okuYORUM

Bilgi paylaştıkça çoğalır

Kaleme aldıklarım

CEZAYİRLİ GAZİ HASAN PAŞA

1713 - 1790

-1-

           13-15 Ekim 2017 tarihleri arasında, İzmir Çeşme de bir etkinliğe davetli idim. Katıldığım etkinlik çerçevesi mucibince Çeşme ilçesinde tarihi Kültürel gezi gerçekleştirdik. İlçenin muhtelif yerlerini gezerken, tarihi Kalesinin önüne geldiğimizde yanında aslanıyla bir Paşa heykeli gördüm. Heykelin altında “Cezayirli Hasan Paşa” yazmaktadır. Malum Osmanlı döneminde birbirinden değerli bir hayli Paşa olduğundan paşa heykeline birçok yerde rastlarız. Ancak burada benim dikkatimi çeken Paşanın elinde tasma ile tuttuğuyanındaki Aslan oldu. Bu nedenle Cezayirli Hasan Paşa’yı daha iyi tanımak dolayısıyla da tanıtmak adına hakkında elde ettiğim bilgileri kaydedip paylaşmayı düşündüm. Tarihimize baktığımız da dünyanın kaderini etkileyebilen birçok olayların başarılı olması ve tarih sayfalarına altın harflerle yazdırılmasında böylesine değerli şahsiyetlerin büyük pay sahibi olduğu muhakkaktır. Ecdadımızın bu başarılarını ve örnek hayatlarını okumak, anlamak ve her fırsatta anlatmak böylece hakkında iyi bir bilgiye sahip olmak adına bilinçli birer birey olmak bizim için çok önemlidir. Bu düşüncelerden hareketle yazıyı yine siz değerli okuyucularla paylaşıyorum.

Bu arada öncelikle hemen şunu da belirtmiş olayım. Çeşme gibi Turizm açısından önemli bir ilçenin turistlerin yoğun olarak gezdiği çarşılarındaki dükkân vitrinlerinde Kütahya’mızın o güzel ve dikkat çekici çinilerini gördüm. ve baya etkilendim. Sorduğum da hepsi de “Kütahya Çinisi” olduğunu ve Kütahya’dan geldiğini söylemeleri de benim için ayrıca bir gurur kaynağı oldu.

İlimizin böylesine cazibeli çinilerini oralara kadar ulaştırıp buralarda pazarlanmasını yapan başta üreticilerimiz olmak üzere bu yönde emeği geçenlere kolay gelsin der bereketli ve bol kazançlar dilerim.

 

HASAN PAŞA

 

            Gazi Hasan Paşa, 1713/14'te Rodosto(Tekirdağ)’da doğduğu, bazı kaynaklarda aslen Balkanlı Pomak, bazılarında da Kafkasyalı olduğu belirtilmekle birlikte doğum tarihinin de heykelin yanına takılan biyografik panoda 1714 olarak yazıldığı görülmektedir. Konu ile ilgili derin bilgileri tarihçilere bırakarak paşanın çok önemli hizmetlerinden bahsedelim istedim.

 

PAŞA’NIN LAKAPLARI

Hasan Paşa, gençliğinde Cezayir ocaklarına yazılıp orada yükselerek Tlemsen Beyliği'ne getirilmesiyle "Cezayirli" lakabını almıştır. Paşa’ya Savaşlardaki önemli başarısından dolayı da “Gazilik” unvanı verilmiş böylece “Cezayirli Gazi Hasan Paşa” olarak kayıtlara geçmiştir. Bunun yanında uzun bıyık bırakmasından dolayı “Palabıyık” denmiş, evcilleştirdiği bir aslan ile birlikte dolaşmasıyla da “Aslanlı Paşa” olarak ta tanınmıştır. Hasan Paşa, Arslan’ı çok sever ve her gittiği yere yanında götürürmüş dolayısıyla bu lakapla da meşhur olduğu anlaşılmaktadır. Böylece heykelinin yanına da aslanını yapmak suretiyle günümüzde sergilenmektedir. Heykel bu haliyle ziyaretçilerin ilgisini çekerek merak uyandırmaktadır.

 

CEZAYİRLİ GAZİ HASAN PAŞA’NIN BAŞARILARI

 

III. Selim saltanatında (1789 - 1790 yılları) sadrazamlıkta yapmış olanHasan Paşa, Osmanlı-Rus ve Avusturya savaşının devam ettiği 1738'de Yeniçeri Ocağına kaydolur. Belgrad'ın kuşatılması sırasında gayret ve cesaretini ispatlar. Tekirdağ’da eski efendisinin kızı ile evlenmiştir. Hasan Paşa, yiğitlerinin şöhretini duyduğu Cezayir'e gitmek için yola çıkar, yolda gemisini yabancı bir gemiye rampa ederek ele geçirir ve bu gemiyle Cezayir'e varır. Cesareti Cezayir dayısı (Beyi) tarafından takdir edildiğin den, zapt ettiği gemi kendisine bırakıldığı gibi, işletmek üzere birde kahvehane verilir. Daha sonra kendisine “Tilimsân sancak Beyliği” verilmiştir. Paşanın şöhretiyle birlikte muhalifleri de artar. Bu nedenle Cezayir'de fazla tutunamaz, İspanya ve Napoli üzerinden İstanbul'a gelir. Bu sırada Cezayir beylerbeyinin, Tilimsân hazinesinden para alarak kaçtığını İstanbul’a bildirmesinden dolayı bir süre tutuklanarak malları müsadere edilir ancak bunun bir iftira olduğunun anlaşılması üzerine serbest bırakılır.[Buraya kadar “YENİ KÜTAHYA” Gazetesinin 26 Aralık 2017 Salı günkü 6162 Sayılı nüshanın 2. Sayfasında Günhannama Başlıklı köşede çıkmıştır]

 

-2-
            1761 Nisanında kalyon kaptanı olarak Osmanlı donanmasına giren Hasan Paşa 1762’de riyâle, 1766’da patrona ve bir yıl sonra da kapudane rütbesine kadar yükselir. Ertesi yıl başlayan Osmanlı-Rus savaşı (1768-1774) sebebiyle Rus donanması İngilizler’in yardımı ile Ege denizine kadar gelmiş, Osmanlı donanması ile mücadeleye girmiştir. Koyun Adaları mevkiinde cereyan eden ikinci muharebede Hasan Paşa ile Rus Amirali Spiridof’u karşı karşıya gelir. Burada şiddetli çarpışmalar sonunda her ikisinin kalyonları batar. Burada yaralanıp denize atlayan Hasan Paşa gönderilen bir kayık ile kurtarılır. Çeşme Limanı’na giren Osmanlı donanması Ruslar’ın gönderdiği gemileri ateş gemileriyle imha ettiler (6 Temmuz 1770). Çanakkale Boğazı’na kadar gelerek durumu hükümete bildiren Hasan Paşa

Beylerbeyi rütbesiyle mükâfatlandırılır. Ruslar Çeşme faciasından sonra Limni adasını işgale ve kaleyi tazyike başlayınca (10 Temmuz 1770) Hasan Paşa derhal teşebbüse geçilmesini istedi. Bunun üzerine 3000 kişiyle yardıma gidilmesi kararlaştırıldıysa da gereken kuvvet sağlanamadı. Buna rağmen kendisi bir fedai kafilesiyle harekete geçerek gizlice adaya çıktı ve düşmek üzere olan kaleyi kurtardığı gibi zayiat verdirmek suretiyle Ruslar’ı adadan uzaklaştırmayı başardı. Bu teşebbüsünden dolayı 1770 Kasımında gazi unvanı verildiği gibi vezirlik rütbesiyle de kaptan-ı deryâ tayin edildi; bu arada Boğaz seraskerliği de kendisine verildi. Fakat III. Mustafa’nın ölümü üzerine kaptan-ı deryâlıktan uzaklaştırıldı ve 1773 Aralığında Anadolu valiliği pâyesiyle Rusçuk seraskerliğine tayin edildi. Küçük Kaynarca Antlaşması’nın imzalanmasından sonra ikinci defa kaptan-ı deryâlığa getirilen Hasan Paşa, on beş yıl gibi uzun bir süre bu mevkide kalmasının yanı sıra Sultan I. Abdülhamid üzerindeki tesiri sebebiyle devlet idaresinde de nüfuz sahibi oldu. Bu memuriyeti sırasında, uzun yıllar devam eden muharebeler yüzünden zayıflayan devlet otoritesini iade için 1776’da Suriye’de Şeyh Tâhir Ömer’i te’dib ederek asayişi sağlarken 1779’da Mora’daki Arnavutlar’ı da itaat altına aldı. Bu hizmetinden dolayı 1779 Kasımında Mora kendisine muhassıllık olarak verildi. Daha sonra Fransızlar’ın da teşvikiyle Mısır’ın istiklâli için faaliyetlerde bulunan Murad ve İbrâhim beylere karşı Haziran 1786’da harekete geçti ve bir buçuk yıl zarfında onları birçok defa mağlûp etti. Fakat Rusya ve Avusturya savaşının çıkması üzerine âsi beyleri ortadan kaldıramadan İstanbul’a çağırılır.

1787 Ağustosunda Osmanlı Devleti ile Rusya ve Avusturya arasında başlayan muharebelerde Rus cephesine memur edilen Hasan Paşa muhasara altına alınan Özi Kalesi’ne yardım maksadıyla harekete geçtiyse de olumlu bir sonuç elde edemedi. Ayrıca maiyetindeki donanma ciddi bir şekilde zayiat verdi. Buna karşılık Ağustos 1788’de yapılan Yılan Adası Muharebesi’nde Rus donanmasını mağlûp etmekle birlikte Özi’nin düşmesine engel olamadı. Ruslar’ın Özi Kalesi’ni ele geçirmesi Hasan Paşa’nın itibarını sarsarken İstanbul’daki muhaliflerinin aleyhteki faaliyetlerine de zemin hazırlamış tı. Ancak azline dair yapılan bazı teşebbüslere rağmen Sadrazam Koca Yûsuf Paşa sayesinde mevkiini muhafaza eder. Fakat Özi’nin düşmesi üzerine I. Abdülhamid üzüntüsünden vefat edince yerine geçen III. Selim, Hasan Paşa’yı Anadolu valiliği ve İsmâil Kalesi seraskerliğiyle görevlendirerek 20 Nisan 1789’da kaptan-ı deryâlıktan uzaklaştırdı. Bu azlin, III. Selim şehzade iken onu tahta çıkarmak maksadıyla Sadrazam Halil Hamid Paşa tarafından 1785’te girişilen teşebbüsü Hasan Paşa’nın I. Abdülhamid’e ihbar etmesinden ileri geldiği iddia edilmekteyse de kendisinin kısa bir süre sonra sadârete tayini bu iddianın doğruluğu konusunda şüphe uyandırmaktadır.

           Serasker olarak Ruslar’ı İsmâil Kalesi önünde mağlûp eden ve kaleyi muhasaradan kurtaran Hasan Paşa, Fokşan ve Boza bozgunları (1 Ağustos ve 22 Eylül 1789) üzerine azledilen Kethüdâ (Cenaze) Hasan Paşa’nın yerine 3 Aralık 1789’da sadrazam ve serdâr-ı ekrem tayin edildi. Gazi Hasan Paşa İsmâil Kalesi’nden ordu merkezi olan Şumnu karargâhına gelir gelmez önce inzibatı temin için, Akkirman Kalesi’ni savaşmadan Ruslar’a veren Tayfur Paşa’yı idam ettirdi ve savaşlarda ihmali görülenleri şiddetle cezalandırdı. Çünkü III. Selim gizlice gönderdiği bir yazı ile harbin cereyanı üzerinde tam bir serbestliğe sahip olduğunu ve kendisine hiçbir şekilde müdahale edilmeyeceğini bildirmişti. Üç ay yirmi sekiz gün süren sadrazamlığı sürekli cephede geçen Hasan Paşa, denizde ve karada pek çok başarı elde etmekle birlikte tedhiş derecesine varan şiddetinden dolayı çok tenkit edilmiştir. 14 Receb 1204’te (30 Mart 1790) Şumnu’da seksen yaşını geçmiş olarak vefat eder ve aynı yerde defnedilir.

 

Devlete sadık, gayretli ve sözünü esirgemeyen bir kişi olan Cezayirli Gazi Hasan Paşa, Çeşme faciasından sonra mahvolan Osmanlı donanmasını yeniden teşkil ederken bütün masraflarını kendisi karşılayarak Tersane meydanında yaptırdığı kışla ile kalyoncu neferlerini de itaat altına almıştır. I. Abdülhamid’in güvenini kazanmış, ayrıca Kapı Kethüdâsı Koca Yûsuf Paşa’yı sadrazam tayin ettirmek suretiyle nüfuzunu biraz daha arttırmıştır. Tahminlerin aksine vefatından sonra ancak 4000 kese kadar servetinin olduğu anlaşılmıştır. Hanımına ait Öküz Limanı’ndaki yalıdan başka Kasımpaşa’da bir konağı olan Hasan Paşa mal varlığını devlet işleri ve hayır eserleri için harcamıştır. Tersane’deki Kalyoncu Kışlası ve Camii’nden başka Vize’de cami, hamam ve çeşmelerle Çanakkale ve Şumnu’da tekke; bugün Truva harabelerinin bulunduğu yerde bir hisar; Midilli, İstanköy, Sakız, Limni ve Rodos gibi yerlerde de çeşmeler inşa ettirmiştir.

 

I. Abdülhamid devri âlimlerinden Çâkerî-i Yemenî, Hasan Paşa’nın savaşları ve bazı isyanları bastırmasıyla ilgili olarak Gazavât-ı Gazi Hasan Paşa adıyla bir de eser kaleme almıştır.

 

 

ÇEŞME KALESİ VE ARKEOLOJİ MÜZESİ

 

Elbette ki bahse konu olan Çeşme Kalesinden kısa da olsa söz etmeden geçemeyiz.   

Çeşme Kalesi, Sultan II. Beyazıt Döneminde 1508 yılında inşa edilmiştir. Kale, Mir Haydar tarafından Mimar Ahmet oğlu Mehmet'e yaptırılmıştır. Günümüze kadar çok iyi bir şekilde korunarak gelmiştir. Şu an kale içinde “Çeşme Arkeoloji Müzesi” yer almaktadır.


          Müze, 1965 yılında İstanbul Topkapı Müzesi'nden getirilen silahlarla silah müzesi olarak ziyarete açılmış olup, 1984 yılına kadar böyle devam etmiştir. Silahların aşırı nemden dolayı bozulmaya yüz tutması üzerine İzmir Arkeoloji ve Ödemiş müzelerine devredildiği belirtilerek bunların yerine 1964 yılından beri devam eden Ildırı (Erythrai) antik şehrinde yapılan kurtarma kazılardan elde edilen eserlerin ağırlıkta olduğu, Pişmiş topraktan yapılmış heykeller, büstler, mermer heykeller, gümüş ve bronz sikkeler, altın varak, amphor’alar gibi eşyaların sergilendiği görülmektedir. Bunun yanında Çini, Kale’nin avlu kısmında Osmanlıca kitabeler yer almaktadır.

Kale’nin deniz istikametine bakan konumuna göre sol tarafına da burçlara bitişik minaresi olan güzel bir de Camisi vardır. Camide namaz kılınmaktadır.

Başka yazıda buluşuncaya kadar kalın sağlıcakla..[Buraya kadar “YENİ KÜTAHYA” Gazetesinin 27 Aralık 2017 Çarşamba  günkü 6163 Sayılı nüshanın 2. Sayfasında Günhannama Başlıklı köşede çıkmıştır]

 

KAYNAKÇA:

-İslam Ansiklopedisi, Cilt: 07; sayfa: 502

-[http://www.muze.gov.tr/tr/muzeler/cesme-muzesi]

FAHRETTİN PAŞA (Ömer Fahreddin Türkkan)

1868 - 1948

Birçok önemli olayların başarılı olması ve tarih sayfalarına altın harflerle yazdırılmasında böylesine değerli şahsiyetlerin büyük pay sahibi olduğu muhakkaktır. Ecdadımızın bu başarılarını ve örnek hayatlarını okumak, anlamak böylece hakkındaki doğru bilgilere sahip olmak bizim için çok önemlidir. Bu nedenle konu ile ilgili yakın tarihimizin gerçeklerini doğru öğrenmek adına bu yazıyı yine siz değerli okuyucularla paylaşmak istedim.

 

MEDİNE MÜDAFİİ, TÜRK KUMUTANI, PEYGAMBER AŞIĞI, ÇÖL KAPLANI, EŞSİZ KAHRAMAN FAHRETTİN PAŞA’NIN HAYATI

 

Adı “Medine Müdafii” diye tarihe geçen Fahrettin Paşa, 1868 yılında Bulgaristan’ın Tuna boyunda, Rusçuk’ta doğmuştur. Asıl adı Ömer olan Fahrettin Paşa, Soyadı kanunundan sonra Türkkan soyadını almıştır. Babası Nizamı Cedit Ordusu’nda Topçu başı Ömer Ağa’nın oğlu, Tuna vilayeti Posta ve Telgraf Baş Müdürü Mehmed Nâhid Efendidir. Annesi Bâlî oğullarından Fatma Âdile Hanım’dır.

 

Ömer Fahrettin (Türkkan) Paşa, tahsiline Rusçuk ta başlar. 93 Harbi’nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a gelen Ömer Fahrettin Paşa, 1888’de Harp Okulunu birincilikle bitirerek Süvari Mülazımı (Teğmen) olur. 1891’de de Erkân-ı Harbiye’yi çok iyi dereceyle bitirip kurmay yüzbaşı olarak orduya katılır.

Ömer Fahrettin (Türkkan) Paşa, Erkânı Harbiye de ve Erzincan’da 4. Ordu da ve Türk-Rus sınırı tahdit (Hudut) komisyonunda, 1903’de Aza ve 1906’da Kaymakam (Yarbay) ve başkan olarak vazife görür. 

1908’de 4. Ordu Erkânı Harbiye Reisliği vekâletine getirilir.

1909’da İstanbul’da ve Ayvalık’ta Rum ayaklanmalarını tahkikle (Araştırmak) görevli Örfi İdare Mahkemeleri reisliklerini yapmış, sonra İstanbul’da 1. Nizamiye Fırkası (Tümeni) Erkânı Harp Reisliğine Tayin Edilmiştir. 1911-1912 Türk İtalyan Harbine de katılır.

 

Balkan Savaşı sırasında 31. Fırka Kumandanı olarak görev almış ve bu savaşta Çatalca savunmasındaki başarısıyla Edirne’nin geri alınmasında rol oynamıştır.

Osmanlı Devleti 1914’te I. Dünya Savaşı’na girdiği vakit miralay (Alay Komutanı) rütbesiyle Dördüncü Ordu’ya bağlı 12. Kolordu komutanı olarak Musul’da bulunuyordu.

 

FAHRETTİN PAŞA’NIN ASKERLERİNE SESLENİŞİ

 

-“Evlatlarım!

Bir söz verdik. ′Kutsal şehri isyancılara vermeyeceğiz.′ diyerek, elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Ta ki son mermi, son er ve son kalana dek… Bu azim, bu kararlılık bize dayanma gücü verecektir. Bunu hiç unutmayın! Ümitsiz olmayınız.”

“Malumunuz olsun ki kahraman askerlerim İslam âleminin gözbebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına, son nefsine kadar muhafaza ve müdafaaya memurdur.”

“Belki bizim bu gayretimiz diğerlerine de örnek olursa, her yerde ittifak etmiş düşmanlara, yedi düvele karşı koyarız!”

“Bakın, bayrağımıza iyi bakın. Herhangi bir bayrak değildir o. Şu an devletimizin düşen birçok kalesi var. Ele geçirilen birçok şehri var. Ama burası son kaledir.”

“Bu azim, bu kararlılık bize dayanma gücü verecektir. Bunu hiç unutmayın. Ümitsiz olmayınız. Gecenin sonu aydınlık, yokuşun sonu iniştir.”

“Memleketi silahsız terkeden bir asker, düşman da olsa, arkadan vurulamaz.”

“Bir Türk Generali, kendinden küçük rütbede bir İngiliz subayının odasına gitmez. Söyle ona, benimle bir işi varsa, buraya gelebilir!”

“Beş on baldırı çıplak için kaybedecek vaktimiz yok… İleri arkadaşlar!”

 

FAHRETTİN PAŞANINBAŞARILARI

 

ERMENİ AYAKLANMALARINI BASTIRMASI

25 Kasım 1914’te Tuğgeneralliğe yani eski Osmanlı rütbesiyle Mirliva lığa terfi ettirilir. 1915’te 12. Kolordu’daki vazifesinde iken buna ilâveten Dördüncü Ordu kumandan vekilliğine getirilir. Burada bir yandan tehcire tâbi tutulan Ermenileri yerleştirirken diğer yandan da Urfa, Zeytun, Haçin, Musadağı’nda ki Ermeni ayaklanmalarını bastırmıştır. Paşa, Daha önce de yani 1904’de Türk-Rus sınırında, Piyade Taburumuza baskınlar yapan Ermeni çetelerini, bir süvari bölüğü ile Rus topraklarından geçerek cevirmiş ve bunları yok etmiştir.

 

            ŞERİF HÜSEYİN İSYANI

Bu arada İngilizler’le anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin’in isyana hazırlandığı haberinin alınması üzerine Fahrettin Paşa Dördüncü Ordu kumandanı Cemal Paşa tarafından 28 Mayıs 1916’da Medine’ye gönderilir. Fahrettin Paşa 31 Mayıs’ta Medine’ye ulaşır ve Şerif Hüseyin’in birkaç gün içinde isyan edeceğini Cemal Paşa’ya bildirir. Şerif Hüseyin ve dört oğlu, 3 Haziran 1916’da Medine çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarını tahrip ederek isyanı başlatırlar. 5-6 Haziran gecesi Medine karakollarına saldırdılarsa da Fahrettin Paşa’nın aldığı kritik tedbirler sayesinde geri püskürtülürler. Başlangıçta âsilerin sayısı 50 bin, bütün Hicaz bölgesindeki Osmanlı askerinin sayısı ise 15 bin civarındaydı. Fahrettin Paşa hemen karşı harekâta başlayarak âsileri yenilgiye uğratır.[Buraya kadar “YENİ KÜTAHYA” Gazetesinin 13 Ocak 218 Cumartesi günkü 6178 Sayılı nüshanın 2. Sayfasında Günhannama Başlıklı köşede çıkmıştır]

         DÜŞMEYEN TEK KALE MEDİNE

 

Fahrettin Paşa, 15 Temmuz 1916’da yeni birliklerle takviye edilen Hicaz Seyyar Kuvvetler Komutanlığına tayin edilir. Bu arada âsiler, Mekke Valisi Galib Paşa’nın tedbirsizliği sayesinde 9 Haziran 1916’da genel saldırıya geçerek 16 Haziran’da Cidde’ye, 7 Temmuz’da Mekke’ye, 22 Eylül’de de Tâif’e girerler. Fahrettin Paşa’nın savunduğu Medine dışındaki hemen bütün büyük şehir merkezler âsilerin eline geçer. Bu nedenle âsilerin ele geçiremediği tek kale Medine şehri olmuştur. Bu sırada da Kanal Harekâtı’nın bütün şiddetiyle devam etmesi sebebiyle Hicaz’a asker gönderilemiyordu.

 

            MEDİNE ŞEHRİNİN MÜDAFAASI

            Fahrettin Paşa elinde bulunan son derece kısıtlı ve yetersiz imkânlarla Medine’yi iki yıl yedi ay boyunca müdafaa etti. Paşa, önce Medine ve çevresinde bir güvenlik hattı oluşturmak için Aşar Boğazında bazı mevkileri âsilerden temizledi. 29 Ağustos 1916’da Medine çevresin de 100 kilometrelik bir emniyet şeridi oluşturur. Fahrettin Paşa, Medine’yi savunabilmek için İstanbul’dan devamlı takviye kuvveti istemesine rağmen Osmanlı hükümetinin bu isteklerine cevap verebilecek durumda olmadığını çok iyi bildiriyordu.

 

            FAHRETTİN PAŞA MEDİNE’Yİ NASIL SAVUNDU?

         Fahrettin Paşa, Medine Şehrini savunurken kendisi ve askerleri; çamurlu sulardan içtiler, hurma çekirdeklerinden ekmek yaptılar. Bunlardan da önemlisi çekirge yediler. Bu yüzden dirayetli, cesaretli ve zeki komutan Fahrettin Paşa, askeriyle birlikte sadece düşmanla değil, açlık, susuzluk ve kızgın çöl sıcağıyla da mücadele etmiştir. Böylece de İslam âleminin Peygamberi, Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi vesellem Efendimizin kabrinin bulunduğu bu mübarek Medine Şehrini canları pahasına koruyarak savunmuşlardır.

 

            KUTSAL EMANETLERİN İSTANBUL’A GÖNDERİLMESİ

            Osmanlı hükümeti tarafından Hicaz’ın kısmen boşaltılma kararı alması üzerine Fahrettin Paşa, herhangi bir yağmalamaya karşı Medine’de bulunan Hz. Peygamber’in mezarındaki mukaddes emanetlerin İstanbul’a nakledilmesini teklif eder. Osmanlı hükümeti Fahrettin Paşa’nın bu teklifini Sorumluluğun kendisinde olması şartıyla kabul eder. Bunun üzerine Fahrettin Paşa, bir komisyon kurar ve otuz parçadan oluşan mukaddes emanetleri tek tek kontrol ettirerek 2000 askerin koruması altında İstanbul’a gönderir.

Çölde dolaşan ve yağmacılıkla geçinen bedeviler, Şerif Hüseyin’in hilesi ve İngiliz paralarıyla kandırılarak Osmanlı Devleti aleyhine hareket ettikleri için Medine’yi Suriye’ye bağlayan demiryolunun korunması güçleşir. Meşhur İngiliz casusu Lawrence demiryolunu dolaşarak rayları dinamitlerle dağıttırıyordu. Her gün çölün ortasında çevre ile irtibatı kesilmiş bir kale durumuna düşen ve iaşesi de azalan Medine Şehri’nin tahliyesine karar verir. Bu karar üzerine önce yeni tayin edilmiş olan Mekke Emiri Şerif Haydar Paşa ailesiyle birlikte Medine’den ayrılır. Onları 3000-4000 kişilik yerli halk takip eder.

 

FAHRETTİN PAŞA’NIN“TÜRK BAYRAĞINI BEN KENDİ ELİMLE

 İNDİREMEM” DEMESİ

            Fahrettin Paşa, elinde kalan az sayıdaki kuvvetle hem çöl yolunu hem de Medine’yi müdafaaya devam eder. Fakat Hicaz demiryolunun Medine’ye yakın olan Tebük-Medâin arasındaki Müdevvere İstasyonu’nun düşman eline geçmesinden sonra Medine Kalesi isyancılar tarafından kuşatılır ve kale hiçbir yerden yardım alamaz duruma gelmiştir. Şehirde kalan halk ve asker arasında açlık ve hastalıklar hüküm sürmeye başlar. Fahrettin Paşa bu güç şartlara rağmen şehrin müdafaasını sürdürmüştür. Hatta kuşatmadan önce kaleyi tahliye etmesini teklif eden İstanbul hükümetine, “Medine Kalesi’nden Türk bayrağını ben kendi elimle indiremem, eğer mutlaka tahliye edecekseniz buraya başka bir kumandan gönderin” cevabını vermiştir. Fahrettin Paşa, “Takdîr-i ilâhî, rızayı peygamberi ve irâde-i padişahı şeref-müteallik oluncaya kadar Medine müdafaası devam edecektir” diyerek direniyordu.

 

            FAHRETTİN PAŞA HAZRETİ PEYGAMBERİN HUZURUNDA

            Fahrettin Paşa ve askerleri bir taraftan düşmanla, diğer taraftan açlık ve hastalıkla mücadele ederken Kanal Harekâtı kötü suçla bitmiş, Filistin elden çıkmış ve en yakın Osmanlı kuvvetleri Medine’den 1300 km. kadar uzakta kalmıştı. Osmanlı Devleti mağlûp olmuş ve 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalamıştı. Anlaşmanın 16. maddesine göre teslim olması gereken Fahreddin Paşa buna yanaşmaz. Medinedekiler ise her yönden irtibat kesik olduğundan anlaşmadan haberdar değillerdi. Olup bitenleri telsiz vasıtasıyla takip eden Fahrettin Paşa, Kızıldeniz’de demirleyen bir İngiliz torpidosu mütareke şartlarını ve Medine’ye ait maddeyi kendisine bildirdiği halde buna cevap vermez. Ayrıca Babıâli’nin Mondros Mütarekesi’ni tebliğ etmek üzere Fahrettin Paşa, gönderdiği yüzbaşıyı hapsederek İstanbul’u da cevapsız bırakır. Bir yandan İngilizler, bir yandan Medine’yi kuşatmış olan Şerif Hüseyin’in kuvvetleri Medine’nin bir an önce teslim edilmesini istedilerse de Fahrettin Paşa bu isteklerine karşılık vermez. Babıâli İngilizlerin de baskısı üzerine bu defa padişahın imzasını taşıyan bir teslim emrini Adliye Nâzırı Haydar Molla ile Medine’ye gönderir. Fahrettin Paşa bu emri de dinlemez. Askerlerin çoğunun hasta olmasına, cephane, ilâç ve giyecek stoklarının bitmesine rağmen direnmeyi sürdürür. Ancak sonunda kendi subaylarının da baskısı ile teslim olmaya rıza gösterir.[Buraya kadar “YENİ KÜTAHYA” Gazetesinin 15 Ocak 218 Pazartesi günkü 6179 Sayılı nüshanın 2. Sayfasında Günhannama Başlıklı köşede çıkmıştır]

 

            ASLA TESLİM OLMAYAN KOMUTAN

            Kabul edilen teslim şartlarının başında, “Hicaz Seferi Kuvvetleri Komutanı Fahrettin Paşa vardır. “24 saat zarfında Hâşimî Kuvvetleri karargâhının misâfir-i hâssı olacaktır” ibaresinin yer almasına rağmen Fahrettin Paşa Ravza-i Mutahhara (Hazreti Peygamber Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi vesellem’in mezarından minberine kadar olan özel yer)yakınındaki bir medreseye giderek buradan bir yere gitmeyeceğini bildirir. Fakat kendisiyle görüşmeye gelen kumandan vekili Necib Bey ve etrafındakiler tarafından tutulup 10 Ocak 1919’da Hâşimî karargâhında hazırlanmış olan çadırına götürülür. Fahrettin Paşa kılıcını düşmana vermemekte direnmiş ve onu iki yıldan beri müdafaa ettiği Peygamberimizin mezarına takdim etmiştir. Şerif Abdullah’ın kuvvetleri antlaşma gereğince 13 Ocak 1919’da Medine’ye girer. Böylece Mondros Mütarekesinden yetmiş iki gün sonra Medine teslim edilmiş olur.

 

            TÜRK KAPLANI LAKABI

            Fahrettin Paşa’nın eşsiz kahramanlık örneği göstererek müthiş direnişiyle Medine’yi korkusuzca savunmasından ötürü İngilizler tarafından “Türk Kaplanı” diye adlandırılmıştır.

Fahrettin Paşa teslim alındıktan sonra 27 Ocak 1919’da Yanbo’ bir İngiliz destroyerine bindirilerek Mısır’a götürülür. Altı ay Kahire’de İngilizlerin Kasır-el-Nil kışlasında hapsedilen Fahrettin Paşa, 5 Ağustos 1919’da Malta’ya sürgün edilir. Paşa burada da 2 yıl 33 gün Fort Salvatore kışlasında hapsedilmiştir. Bu sırada, savaş suçlularını yargılamak üzere İtilaf Devletleri tarafından İstanbul'da kurulan “Nemrut Mustafa Paşa Divan-ı Harbi”adı verilen mahkemece ölüme mahkûm edilir. Ancak Paşa Ankara hükümetinin gayretleriyle Malta’dan kurtulur. 8 Nisan 1921’de Tahliye edilen Fahrettin Paşa, İtalya, Almanya, Rusya yolu ile 2 Ağustos 1921’de Kars’ta Anavatana kavuşmuş ve 24 Eylül 1921’de Ankara’ya gelmiştir.

 

Fahrettin Paşa, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından Güney Cephesi'nde Fransız Ordusu'na karşı savaşan Türk kuvvetlerini birleştirmekle görevlendirilir. Fransızlarla Ankara Antlaşması'nın imzalanmasıyla güneyde savaş sona erince TBMM tarafından Kabil Büyükelçiliği'ne atanır. Burada 4 yıl (1922-1926) görev yapan Fahrettin Paşa, Türk-Afgan dostluğunun gelişmesinde önemli rol oynamıştır.

1936 yılında Ferik (korgeneral) rütbesi ile ordudan emekli olan Fahrettin Ömer Paşa 22 Kasım 1948 tarihinde bir tren yolculuğu sırasında Eskişehir yakınlarında kalp krizi geçirerek vefat etmiştir. Cenazesi, vasiyeti üzerine Rumelihisarı Aşiyan Mezarlığına defnedilmiştir.

FAHRETTİN PAŞA TARAFINDAN İSTANBUL'A GÖNDERİLEN EMANETLER

- Hazreti Osman ibni Affan’ın ceylan derisine el yazması Kuran'ı,

- 5 adet eski el yazması Kuran ve 4 adet Kuran cüzleri (Ecza-yı Şerife),

- 5 adet Kuran kabı. Değerli taşlarla bezenmiş, altın kaplamalı,

- 1 Hilye-i Şerif. Gümüş çerçeveli, yeşil kadife üzerine pırlanta ve incilerle Peygamberimizin adı yazılı, gümüşten güneş resimli Levha,

- 1 adet som altın üzerine pırlanta ile Kelime-i Şehadet yazılı levha.

- 7 adet tespih. Pırlantalı, incili, mercanlı veya amberli,

- 2 Rahle. Gümüş kaplama ve işlemeli,

- 1 Tuğra Sultan Abdülaziz Han’ın pırlantalı ve altın işlemeli tuğrası,

- 4 adet sancak başı ve 3 adet kılıç,

- 1 Kevkeb-i Dürri adlı 4 parça büyük elmas. 100, 80, 40 ve 20 krat ağırlığın da, Altın üzerine oturtulmuş, çevresi elmas ve yakutlarla bezenmiş,

- 14 adet Askı. Pırlanta ve zümrütlerle bezenmiş altın,

- 11 adet kandil askısı. Pırlanta, zümrüt, yakut ve incilerle bezenmiş, altın,

- 1 adet altın kandil. Değerli taşlarla bezenmiş,

- 1 adet altın kahve askısı,

- 7 adet altın şamdan. Değerli taşlarla bezenmiş, İkisi 1.55 metre boyunda ve 50 kilo ağırlığında. Her birinin üzerinde 2.680 pırlanta mevcut.

- 1 adet altın makas.

- 8 adet altın gülabdan, değerli taşlarla bezenmiş (gülsuyu kabı) ve 12 adet altın buhurdan (tütsülük).

- 2 adet çelenk, 10 adet yıldız çiçek, İğne, 1 yaprak Pırlanta, zümrüt, yakut ve incilerle bezenmiş hepsi altın,

- 1 adet pırlanta yüzük,

- Gerdanlık, Küpe, Bilezikler, Kemer ve Kemer Tası hepsi altın,

- Altın ve gümüş zincirler, değerli taşlarla bezenmiş altın mücevherat kutu ve çekmeceleri,

- Kütük’te 83 masada yazılı 84 karat ağırlığında inci taneleri, 15 parça zümrüt, 27 parça yakut ile 53 parça pırlanta ve elmas,

-Ayrıca 20 ayarlık 2 kilo 935 gram altın,

- 908 kilo 250 gram gümüş,

- 49 parça şal ve sırma işlemeli bir perde,

- Medine'de Sultan Mahmut ile Arif Hikmet Efendi ve diğer bazı kütüphanelerde bulunan değerli eserler de İstanbul’a gönderilmiştir.

 

Fahrettin Paşa tarafından İstanbul'a gönderilen bu emanetler’in bir kısmı Topkapı Sarayı Müzesinde sergilenmektedir.

Fah­ret­tin Paşa´nın Müdafaa sı­ra­sın­da gös­ter­di­ği inanç ve ve­fa­kâr­lık Peygamberimize olan say­gı­sı­nın ve bağ­lı­lı­ğı­nın en güzel ör­ne­ği­dir. Pey­gam­be­ri­mi­zin tür­be­si­ni kendi el­le­ri ile silip sü­pü­ren ve onu asla tes­lim et­me­ye­ce­ği­ni söy­le­yen Fah­ret­tin Paşayı tekrar rahmetle anar, bir başka yazıda buluşmak üzere hoşça kalın derim.

 

KAYNAKÇA:

 

- Naci Kâşif KICIMAN “Medine Müdafaası Yahut Hicaz Bizden Nasıl Ayrıldı” 1. Baskı, Sebil Yayınları No: 26, Yüksel Matbaası, 1971 İstanbul

- Galip Ata, Büyük Mecmua, Numara (Sayı): 14, Sayfa: 210-211, 30 Teşrinievvel (Ekim) Perşembe 1919,  Servetifünun Matbaası, İstanbul.[Buraya kadar “YENİ KÜTAHYA” Gazetesinin 156 Ocak 218 Salı günkü 6180 Sayılı nüshanın 2. Sayfasında Günhannama Başlıklı köşede çıkmıştır]

 

 

(Paylaşın)

KÜTAHYA’DA BİR KITLIK OLAYI VE DESTANI

     Hicri 1304 (Miladi 1886) yılında Kütahya’da büyük bir kıtlık olur. Buğday, arpa gibi hububatlar kapan’a (Arpa, Buğday gibi hububatların satıldığı yer.) gelmemeye başlar. Zamanın idarecileri, halkın ihtiyacı olan bu tür tahılları karşılamak üzere buğdayı kilo ile satmak istemişler, bu nedenle de tahıl pazarına bir kantar koyarlar. Buğdayı, mintan, kabak gibi ölçeklerle alışmış olan halk bu durumu pek beğenmemiş.

     Her devirde olduğu gibi bu durumu fırsat bilen birkaç fırsatçı ve sahtekâr, esnafın vaktiyle ucuz ucuz alıp sakladıkları malları, Misgal misgal satmaya başlarlar. Bunu duyan ve buğdayı ayar la almaya alışık olan halk, Mahallelerde cezzarlığı ile şan olmuş şöhretli kadınları bir fikir etrafında toplayarak ellerinde sopalar, kazma ve kürekleriyle tahıl pazarına hücum ettirmişler. Bu hücum alayının ilk işi tahıl pazarına konan kantarı kırmak olmuş. Daha sorma menzil hanede mevcut buğday ambarlarına saldırmışlar, buğdaylar ne varsa yağma edilmiş. Çuval çuval evlere taşınmış ve ambarı yakın bir yerde bulunan bir fırının ekmekleri de paylaşılmış. Yine fırının yan tarafında bulunan bir ambardaki arpa, buğday ne varsa hepsini silip süpürmüşler. Buradan da “SIRKÖBÜK TÜCCARI” denilen bir adamın çukur hanında bulunan buğday ambarlarına gelirler. Burayı da istila ederken on dakika içerisinde ambarları temizlemişler. Rivayete göre de kadınlar, Pekmez pazarı civarındaki evlere de girerek evlerdeki çuvalları boşaltmışlar. Bazı ev sahipleri de korktukları için hastalanmışlar ve istedikleri erzakı da kendi elleriyle vermişler. Bu sıra da duruma müdahale etmek ve tüccarın hakkını korumak için zaptiyeler gelir. Fakat bir türlü olayların hakkından gelemezler. Üstelik başlarına soğan, çürük domates, kokmuş yumurta ve taş, toprak atılmak suretiyle bu durumdan bu şekilde onlarda nasibini alırlar. Bunun üzerine çavuş, mutasarrıfa bir adam gönderir ve vur emri çıkartmak istemiş, fakat bu emri alamamış yedikleri dayak ta yanlarına kâr kalmış. Rivayete göre, kadınların elebaşısı zamanın eli bıçaklı, beli nacaklı, omzu silahlı fevkalade cesaretli “AYVAZ HASİBESİ” namıyla ün yapmış bir kadınmış. Hasibe’nin evi de Börekçiler Mahallesinde Çukur çeşme civarın da imiş. Kocası Tütün kaçakçılığı yapar, Hasibe de ona yardım edermiş.

    

     Bu olay, yörede her tarafa şan olur ve bu hâdise üzerine “HAKKI” isminde bir zat da şöyle bir destan döktürür;

 

Dinleyin kelâmım ihvan’ı vefa

Sizlere hikâyet edeyim anı

Üç yüz dört senesi olan macera

Ref oldu beldenin şöhreti şanı

 

Taife-i nisa (Kdınlar taifesi) cem olup (Toplanıp) geldiler

Tahal da (Arpa, buğday vs.) fesada medar oldular.

Hemen arpacı esnafını buldular.

Hiç de vermediler aman zamanı

 

Reis olmuş içlerinden birisi

Dedik “Yarab daha var mı gerisi?”

Söz anlamaz çünkü elin delisi

Ne çare tahıla döktü dumanı

 

Kadınlar taifesi düzmüş taburu

Kimi nacağı kapmış kimi satırı

Huda arpacılara versin sabrı

Erişdi esnafa bunca ziyanı

 

Ne yapsın fukara erzak kalmadı

Ganiden (Zenginden) anlara imdat olmadı

Yazık esnaf ne olduğunu bilemedi

Her biri kaçtı kapatıp dükkanı

 

Manavların ambarlarını sordular

Önlerine kim gelirse vurdular

Agâhi’nin konağına vardılar

Baktılar kaçmanın yoktur imkanı

 

Birkaç muhbir buldu anlar yanına

Döndüler geriye Çukur hanına

Buldular Karahisar tüccar anına

                  Teslim ol dediler anlar o canı

             

Hükümet dairesi haber aldı

Süvari piyade cem olup geldi

Orada olan biteni gördü

Hiç kalmamış zahirenin nişanı

 

Şimdi handa olan zahire bitti

O tüccarın aklı başından gitti

Araştırdı hırkasın başına çekti

Münasiptir dediler böyle nadânı

 

Aynı mahşer oldu sebze pazarı

Zaptiyeler halka basar azarı

Tabur ağası da etti nazarı

                                            Ol anda kaldırdı dini imanı       

 

Ol anda fukaraya eddiler hücum

Kimi aman kolum, kimi başım

Kimi der benim hiç yok suçum

Bozuldu nisvanın oldu gümanı

 

O zabit düştü nisvan peşine

Varup girdi ordusunun içine

Turpu şalgamı vurdular başına

Oldu ol Adem, Nuh’un tufanı

 

Zaptiyeler der; “Askerim yürün”

Durmayup hükümete haber verin

Mutasarrıflardan vur emri alın

Akıtın burada sel gibi kanı

 

Gelerek paşaya ettiler ilan

Amirimiz çarşıda bekliyor

Beyimizden destine istiyor ferman

Deyince bu hala sıkıldı canı

 

Gelsin diyerek emreyledi paşa

Süzerek cümlesini kıldı temaşa

Seğirtip birisi hem koşa koşa

Gelerek haber verdi o zabiti

 

Tekrar oradan dönüp geldiler

Hükümet konağına gelip girdiler

Toplanıp mecliste karar verdiler

Tamin’i Ahali diye böyle ziyanı

 

Hemen muhtarları alıp geldiler

Ağızların arayıp yüzüne güldüler

Mebde-i fesadı kimdir dediler

Celbe dip merkeze vurdular anı

 

Bu kıtlık doksandan ziyade koydu

Birkaç fukara canına doydu

Akıbet sabreden selamet buldu

Selâmet babında buldu ihsanı

 

Gani fakirin halin bilmediler

Gelüp hiç hatırın sormadılar

Onlar doksandan beri gülmediler

Hak imdat eylesün böyle insana

 

 

Sübyanları ekmek diye ağlar

Feryadı ananın ciğerin dağlar

Oturmuş köşeye pederi ağlar

Akar didelerinde âb-ı revanı

 

Kimi hiç eşya bırakmadı sattı

Kimide canını fırına attı

Çoğu da üç gün üç gece aç yattı

Halini demeyüp şükretti yezdanı

 

Her ne ise Hak’tandır bize

Bizde çevirelim hak doğru yüze

İşin doğrusunu söylersem size

Kişinin çektiği kendi isyanı

 

Size “Hakkı” kaht vaziyetin söyledi

Dinleyen ahibba gönlün eyledi

Uzatmadı muhtasarca söyledi

Duyanlar aferin desinler bu destanı

 

KAYNAK:

“Kütahya ve Yöresi Folklorundan Damlalar” Ali Günhan, Kütahya Belediyesi Yayını 2009 

KÜTAHYA’NIN AKSU EFSANESİ

Bundan otuz kırk sene evvel, (1960 – 1970 yılları) Kütahya’nın güneyinde, (şimdiki, huzur evi yanı Sazak mahallesi Mevkii’nde) Yellice dağı eteklerine birleşen bir tepeciğin yanlarından üç su kaynar. Bu kaynak sulara “AKSU” denir. Yeşilbaşını adeta Yellice dağının koynuna sokan, dalga dalga eteklerini şehir kıyılarına kadar uzatan bu tepenin, Kütahya’nın çevresine hâkim mevkii olarak, çok güzel manzarası, temiz havası, bol ve soğuk kaynak suları nedeniyle halk, ilkbahar ve yaz mevsiminde buraya çıkar orada gezip eğlenirmiş. Bu üç kaynaktan çok akan suya “Koca Aksu” ikincisine “Ortanca Aksu” ve üçüncü kaynağa da “Küçük Aksu” denirmiş. Bu sular bir zamanlar büyüklü küçüklü 18 değirmen çalıştırarak Kütahya’nın un ihtiyacını karşılarmış. Buralarda otlayıp, bu sulardan içen hayvanların eti, sütü ve yoğurtları çok lezzetli olurmuş.

Rivayete göre, büyük Aksu dedikleri yerde Konya Selçuklu Devletinin son zamanlarında (Tahminen Alaeddin Keykubat devri olacak) Selçuklu padişahlarından birisinin yaptırdığı bir köşkün var olduğu, enkazını görenler ve bilenler bulunduğundan bahis olunur. Bu köşkün de niçin yapıldığına dair şöyle bir efsane dolaşır dillerde.

Konya’da oturan Selçuklu padişahlarından birinin çok sevdiği, kıymetli bir kızı vardır. Dünyada eşi az bulunan güzellerdendir. Bu güzel nazlı kız, bir gün bir hastalığa yakalanır. Günden güne sararıp solmaya başlar, geceleri uyuyamaz, öksürüğü hiç rahat vermez. Padişah, zamanın en iyi hekimlerine baktırır, hocalara, bakımcılara başvurur. Hiç biri de bu yavrunun derdine derman olamaz. Kızını çok seven padişah, başvurmadık çare bırakmaz, fakat kızın hastalığı gittikçe ilerler. Kızcağız bir deri bir kemik kalır.

Bir gece padişahın, çok canı sıkılır, sabaha kadar uyuyamaz. Sabah olunca erkenden divana çıkar. Divanda, ihtiyar ve tecrübe sahibi Hacip–Perdedar mabeyincisi vardır. Bu zat, padişahın kızının hastalığından dolayı canının sıkıldığını anlar. Bir köşede koyu koyu düşünen hükümdarın yanına vararak:

- Padişahım ne düşünüyorsun? diye sorar. O da:

- Ben düşünmeyeyim de kimler düşünsün. Kızımın hastalığı daha iyi olmadı. Çaresi de bulunamıyor. Bu durumda ne yapıp ne edeyim çaresiz kaldım der.

Hacip ağa:

      - Evet, Padişahım, bu gözbebeğin için bilirim için yanar, gönlün kanar. Amma bu diyarın hekimleri bu işte aciz kaldı, derdi anlayıp, derman bulamadı. Buna çare bulunursa Germiyan ilinde (Kütahya ilinin o zamanki ismi) bulunur. Senin Germiyan gibi bir memleketin, orada hekimlerin var ve yine orada zümrüt gibi sular çıkar. Oranın hekimleri bu dağın suyundan, otundan ilaç yaparlar. Oranın suyundan içirirler. Orada bir müddet hava tebdiline müsade verirseniz şifa bulur, iyi olup gelir inşallah, der.

Padişah, bu sözün üzerine yine koyu koyu düşünür. Hacip, bu koyu düşünme sebebini de anlar, fakat anlamazlığa gelir. Zira Selçuk Padişahı Germiyan vilayetinde nüfuzunun (sözünün geçmeyeceği) kalmadığı zannındadır.

Hacip ağa:

- Padişahım, Germiyan askerleri hududumuzun dağları üstünde bulunurlar. Bizim adamlarımızı görünce bilirler ve karşılarlar. Germiyan askerleri ayaklarına kırmızı “Dedik’’ler (bir çeşit ayakkabı) giyerler, biz onları bunlardan tanırız, der.

Padişah, ihtiyar emektarı Hacip Perdedarın bu sözleri üzerine gülümseyerek:

- Germiyanoğlu ya geri çevirirse? diye sorduğu suale Hacip Ağa derki:

- Bahşiş verir yine kızınızı hekimlere gösterir geliriz, der.

Padişah Hacip ağanın bu sözlerinden memnun olur. Artık son umut olmak üzere, hasta kızını Germiyan vilayetine göndermek üzere hazırlıklar başlatır. Germiyan beyine ricakâr bir name yazar.

Yaz mevsimi kızını, hekimi, dadıları, hademeleri ile birlikte yanlarında fazla adam bulundurup, Germiyan iline gitmek için yola çıkarır. Kafile, yirmi günde Germiyan merkezine gelir. Aksu tepesinde büyük pınarın başına ve çam korular arasına çadırlar kurarlar.

Hasta olan güzel kız burada sudan ve orada otlayan ineklerin sütünden biraz içer. Birazda hayvan kebabı yer, uykuya yatar, ağrılarından günlerce uyuyamayan kız hemen uykuya dalar.

Sabah olunca kızcağız ben burada iyi olacağım, zira uyudum, rahat ettim der. Bu küçük kız buraya geldiğinden itibaren iştahı açılmaya başlar. Dizlerine derman, gözlerine fer gelir. Bedeni gelişir, yanakları pembeleşir, iştahı ve neşesi iyice açılır. Eski güzelliği ve çevikliğine kavuşur, bu güzel yerlerde oynar, zıplar, kır perileri gibi gezer, dolaşır.

Bu arada, Germiyan şehrinden bir hekim, kızı görmeye gelir. Kız durumu hekime anlatır. Hekim şaşırır, diğer hekimlerle birlikte bunun sır ve hikmetini araştırırlar. İnek sütü Aksu tepesinin otlarının hassası, et de Aksu otlarının hassasıdır. Su da gümüş madenine uğradığından, şifalıdır. Sarı ineğin dişlerine bakarsanız altın olduğunu görürsünüz. Bu dağda altın otu bile vardır. Hassalıdır (şifalı) derler.

Sonra kızın dağa geldiği tarih araştırılır. Bu tarih, Mayıs ayının on üçüne tesadüf eder. Her kim bu tepede Mayısın on üçüncü günü bulunur, bu tepenin sarı inek sütünü içerse, küçükbaş hayvan kebabı yer, mevkiin temiz havasını teneffüs edip, suyundan da içerse, zorlu hastalıkları atacağını söylerler. Selçuklu padişahının kızı, bu suretle iyi olunca hemen padişaha haber vermek için yola bir tatar çıkarırlar. Bu haberci, doğru konağa varır, padişaha müjde ederek kızının hayatını kazandıran bu yerin durumunu anlatır. Bunun üzerine Selçuklu padişahı, çok sevdiği biricik kıymetli kızının sağlığına kavuştuğu bu yerde, Büyük Aksu başında bir köşk yapılmasını emreder. Buraya çok güzel, şahane bir köşk yaptırır. Germiyan hekimlere de hediyeler gönderir.

 

Bu efsane ile ilgili, yazılan bir yorum’u aynen aktarıyorum.

 ‘’…Bu efsanenin çok önemi vardır. Anadoluda, birçok sıcak ve soğuk tabii suların birbirlerine benzeyen efsaneleri mevcut. Bunlar, mukayese yapılmak üzere toplanmalıdır. Bu efsane Selçuklardan beri gelmektedir. Efsanede Germiyan hekimleri ve Germiyan’ın şifalı yerleri mezkûrdur. Sonra Hacib (Mabeyinci) Germiyan ili ile çok alâkadardır. Orasını iyi biliyor. 631(1233)de Yoncalıda Ilıcayı yaptıran Ramazanül-Hacib isminde bir Selçuk emîrinin kızıdır. Bu hacib’in Ramazan olması İhtimali hatıra gelmektedir. 631(1233) senelerinde Hükümdarlık eden Selçuk Hakanı da bu efsanedeki Padişah olmalıdır. Zira efsanelerin, daima hakiki bir esası vardır. Uydurma efsane yoktur. Bir fıkra-i tarihiyenin tahrif veya mübalâğası ile asırlarla dillerde dolaşıp duruyor. Hamdi AYDIN’ın naklettiği bu efsaneden bir şey daha öğreniyoruz ki, orada yapılan köşk bir nevi nekahethanedir. Dağ tedavi evlerinden biri ve orada yeri yurdu olmayanlara bir müracaat gâh olacak bir yurt olabilir. Bu cihetle bu efsanenin birçok mühim cihetlerini şayanı tetkik buluyoruz.’’

 

KAYNAK:

 

“Kütahya ve Yöresi Folklorundan Damlalar” Ali Günhan, Kütahya Belediyesi Yayını 2009 

KÜTAHYADA BÜYÜK YANGIN 1928

                Kütahya’nın önemli ve tek yayınından olan 15 Ağustos 1928 Tarihli Kütahya Mecmuasının 15 ve 16. Sayfasında “Şehrimizde Yangın” başlığıyla haber yayınlamıştır.  Kütahya’da büyük bir yangının olduğunu anladığımız bu haberi Osmanlıcadan çevirip kısmen de sadeleştirmek suretiyle aktarıyorum.

ŞEHRİMİZDE YANGIN

                7 Ağustos 1928 Salı günü Samanpazarı’ndan başlayarak Güdük Minare, Kaditler Camii ve Kavaflar kenarından İshak Fakih Mahallesine kadar sirayet eden yangın memleketimizde pek elim tesirler yapmış ve tedavisi müşkül yaralar açmıştır.Bütün halk başta zabıta kuvvetimiz olduğu halde yangının söndürülmesine çalışmış, fakat ev ve dükkânların pek sık olması, yanan dükkânlarınönemli kısmıyağhane, kasap dükkânı gibi yoğunalevler içinde yanmış,  ahşap şeylerin çok olması hasebiyle ancak beş saat sonra söndürülmesine muvaffak hâsıl olmuştur.

                Yangının sonlarına doğru Eskişehir itfaiyelerinin gelmesi maneviyatımızı takviye etmiş ve yalnız bir kol üzerindeki sönmeyen ateşin son hamlelerine set çekmiştir.

                Bu bapta fedakâr halkımız, zabıta kuvvetlerimiz ve Eskişehir itfaiye kumandanı ve maiyeti kahraman fertlerine teşekkürler etmeyi vecibe biliriz.

                Yangın neticesinde yüz seksen dükkân, doksana yakın hane, bir Medrese, iki han ve bir Camii hasar ve tahribe uğramıştır. Zayiatımız pek mühimdir. Ondan daha mühim olan ortada yersiz, yurtsuz, ekmeksiz kalan Yangın zedelerimizi düşünmek, onlara Barınacak yerbulmak, ekmek vermek, sıcak bir çorba içirmek olacaktır.

                Mecmuamız, yardım toplama kanununa tevfikan müsaade almışve yangın zedeleri iskân komisyonu da faaliyete başlamıştır. Muhterem zenginlerimizin fedakâr esnaf ve tüccarlarımızın hali vakti yerinde olan kıymetli halkımızın istenildiğinden fazla yardıma koşacaklarından eminiz. Her verilen on paranın bile makbuzu derhâl verilecek ve komisyon marifetiyle felaketzedeler tevzi edilecektir.

                Mecmuamız toplanan iane hakkında halka her gün hesap verecektir. Birbirimizle müsabaka edercesine felaketzede dindaşlarımızın ve aziz kardeşlerimizin acılarını gidermeye, yaralarını sarmaya, aç ve ilaçsız kalanlarımızın ıstıraplarını hafifletmeye koşalım!. Hepsine yardım etmemiz insani bir vazifemizdir.

                                       KÜTAHYA MECMUASI, 15 Ağustos 1928, Sayı: 65, Sayfa: 15-16 

 

KÜTAHYA İŞGALİNDE BİR SUAVİ OLAYI

               

                Kütahya’nın Yunan İşgali altında iken gerçekleşen acı bir vaka. Bu olayı Celal Sıtkı Gürler “Eden Bulur” başlığıyla anlatmıştır.

 

“Eden Bulur”

 

              “Milleti Kurban Edenler Millete Kurban Olur”

Namık Kemal

         

Suavi, düşmanların sağ kolu gibiydi. Cephe için lazım olan zahirenin (hâsılat) kimlerden alınacağını bir liste halinde o kumandana bildirir, halktan toplanan sığır ve davarların toplamını o düşünür, bulur; düşman ordusu aleyhinde konuşanları bir işaretiyle dama o tıktırırdı. Merkez kumandanının yanından hiç ayrılmazdı.  Kütahya’da düşmana yaranmak için incitmediği gönül, kırmadığı hatır, yakmadığı can kalmamıştı. Sevmediklerini, “bu vaktiyle Kuvay-i Milliye de Çetelik yaptı” diye tâ Atina’ya kadar sürdürüyordu.

         Suavi, kurnaz, zeki, girişken ve hepsinden fazlada utanmaz bir adamdı. Fransızcayı tercümanlık yapacak kadar bilir, Rumcayı bir Rum gibi konuşur, Ermenice de çat pat meramını anlatabilirdi.

        Onun kanaatince düşman ordusu, Türkleri tâ Kars’a kadar sürecek, büyük bir imparatorluk kuracak ve bu imparatorluk asırlarca sürüp gidecekti.

       O bu düşüncelerle düşmana yaranmak ve düşman taraftarı görünmek için kendi tanıdıklarına bile en kötü hareketleri yapmaktan çekinmiyordu.

        Suavi, Kütahya ve mülhakatının düşmanlar tarafından işgalinden sonra düşüncesini büsbütün kökleştirdi.

        Kumandanlarla beraber bulunduğu bir iki içki meclisinde onların kahramanlıklarını gözünde büsbütün büyüttü, onların Ankara’da verdikleri randevulara içten inanarak Türklerin boş yere kan döktüklerine aklı sıra acıdı.

        Onun girişken tabiatı, düşmandan ziyade Milli Hükümet aleyhtarı oluşu kendisine iyi bir paye (Rütbe, derece) verilmesine sebep oldu. Kütahya ve havalisinin vali muavinliğine tayin olundu. O da büyük teşekkürlerle ve sırf halaskar millete yapacağı hizmet dolayısıyla bu vazifeyi kabul ettiğini bildirdi. O hafta içinde galip kumandanlar şerefine verdiği büyük içkili ziyafette de uzun uzadıya galipleri methettikten sonra bu galip ve şerefli hükümete karşı hizmet yapacağı dolayısıyla çok bahtiyarlık duyduğunu gözleri yaşararak anlattı.

        İlk icraatı kardeşleri, ağabeyleri ve akrabaları Kuvayı Milliye’de asker olan beş altı kişiyi tevkif ettirdi ve onları kurşuna dizdirdi. Salahiyeti çoktu. Bu salahiyetini edepsizce kullanarak vahşetini büsbütün arttırdı. Gündelik hapsedilenler kalabalık bir yekûn teşkil ediyordu. Hapsedilenlere muayyen bir güne kadar “şu kadar parayı bulup getireceksin..” diye mühlet veriliyor, istenen paranın tesliminden sonra o adam serbest bırakılıyordu.

        Para getirmeyenler tekrar hapsedilerek hapishanenin bodrum katına atılıyor, orada onlara epey zorlu eziyetler yapılıyor, bazıların da Atina’ya sürmek bahanesiyle yola çıkarttırılıp yok ediliyordu.

        Toplanan paraların ufak bir kısmını hazineye yardım kaydettikten sonra çoğunu kumandanlarla beraber paylaşıyordu.

        Bütün şehir onun şerrinden kaçınmak için kendisine hürmet ediyordu. Maiyetine de bir hilekâr verilmişti. O nereye gitse o da gölge gibi peşi sıra seğirtir, o nerede durursa o da orada beklerdi.

        Suavi’nin her hali ahalinin çok kanına dokunuyordu. Fakat ne yapsınlar! Bir şey diyemiyorlar, kinlerini, nefretlerini, intikamlarını içlerinde hapsederek kahroluyorlardı. Kütahya’da Suavi’nin sayısız hafiyesi de vardı. Birkaç defa Suavi’yi öldürmeye teşebbüs edenler daha düşüncelerini uygulamaya kalkışmadan yakayı ele vermişlerdi. Artık değil onun öldürülmesine ait bir teşkilat yapmak, aleyhinde bir söz söylemeye bile cesaret edemiyorlardı. Gece, gündüz düşmanlarla beraber düşüp kalkan bu kötü kalpli, kara yürekli adamdan her şey beklenebilirdi. Şimdiye kadar öldürülenlerin, asılanların, sürülenlerin hemen hiç biri yerli Rum ve yerli Ermeniler tarafından haber verilipte yapılmamıştı. Ölenlerin hemen hepsi Suavi’nin düşmanlara yaranmak için uydurduğu iftiralara kurban gitmişlerdi.

*

*  *

 

        İki üç günden beri Kütahya fevkalade günlerini yaşamağa başlamıştı. Bir haftadan beri sık sık hapis vakaları, sürgünler falan olmuyordu.

        Sokaklar sessiz kalmıştı. Kahkahalarla kırılanlara, sarhoş olup nara atanlara rastlanmıyordu. Bu sükûnetli ve fiskoslu devir uzun sürmedi, herkes bunun neden geldiğini öğreniverdi.

        Türkler taarruza geçmiş ve Afyonkarahisar’ı bir hamlede almışlardı. Artık palikaryalar (Rum gençleri)bile çekinmeden Türklerin gittikçe yaklaştığını korkuyla karışık anlatıyorlardı.

        Suavi’nin yüzünü derin bir elem ve matem kaplamıştı. Kafasında tasarladığı büyük imparatorluk, bir sabun köpüğü gibi sönüvermişti. Düşmanlar harıl harıl kaçarken o Kütahya’ da kalamazdı. Kumandandan araba istedi “yok” cevabını aldı. Nakliye arabaları ve angarya olarak toplanan kağnılar Kütahya’da askeri eşyayının nakli için bile kâfi gelmiyordu.

         Yerlilerden gizli bir yaylı buldu. Sahibine bol para vererek ailesini İzmir’e götürmesini tembihledi. Kendisi son kalan kafile ile beraber kaçacaktı. Kumandanlığa, kuvvetler geri çekilirken gazlı paçavralarla memleketin ateşlenmesi emri de gelmişti.

        Bir sabah Kütahya’nın kenar tepelerinde birkaç silahın patlaması Milli Kuvvetlerin yakına kadar geldiğini müjdeliyordu. Şehir içindeki düşman askerleri ve komutanları bu kadar seri gelen Türk kuvvetlerinin haberini duyar duymaz atlarına bindiler, şehri yakmağa vakit bulamadan dörtnala Kütahya’yı terk ettiler.

        İlk Türk Süvarileri genç, ihtiyar, çoluk çocuklu kalabalık bir kafile sevinç gözyaşlarıyla karşıladılar. İki kat olmuş ihtiyarlar Türk süvarilerinin çizmelerine yüzlerini sürüyorlar, tarif edilmez bir minnet ve şükranla kahraman Mehmetçikleri kucaklayarak ağlaşıyorlardı. Bütün şehir hürriyetine kavuşanların sevinciyle coşmuştu.

        İlk akla gelen Suavi oldu. Onun jurnaliyle kurşuna dizilenlerin çocukları, sürgün edilenlerin akrabaları, kocası asılan kadınlar, ondan kötülük gören insanlar bir kafile halinde konağının önünde toplandılar. Kapıları kırdılar, camları indirdiler. Konağı altüst ettiler; fakat kendisini bulamadılar. Her halde son kalan düşman askerleriyle beraber kaçmış olacaktı.

*

        İki sene sonra idi, her şey eski tabii haline girmişti. Jandarma Halil askerliğini bitirdikten sonra tezkere bırakmış ve Kütahya’da jandarma kalmıştı. Aldığı para ile bir anneciğiyle düşmanlar tarafından {Suavi’nin jurnaliyle “çetecidir” diye asılan ağabeyinin haremini güç geçindirebiliyordu. Ağasının ölümüne çok acımıştı. Zavallı kadıncağız kocası asıldıktan sonra aklını oynatmış, vakitli vakitsiz ağlamalı olmuştu. Dört yaşlarında da bir çocuğu öksüz kalmış, fakat çocukta ağlaya ağlaya zayıf ve hastalıklı olmuştu.

        Zavallı kadının asılan kocası gözünün önüne geldikçe kendini duvardan duvara vuruyor, bağırıp ağlıyor, içinin zehrini hıçkırıklarla boşaltmak istiyor, sonrada bitkin bir halde yerlere serilip bayılıyordu.

        Üç seneden beri ağlaya ağlaya gözlerinin pınarları kurumuş, ağladığı zamanlarda gözlerinden yaş akmaz olmuştu. Mumyalaşmış yüzü, iskeletten heyulasile canlı bir cenaze gibiydi.

        Kocası asıldığı zamanlarda o bunu duymuş, koşarak kocasının ayaklarına sarılmış, dört süngülü askergüç hal ile onu kocasının ayaklarından kurtarabilmişti. Dört düşman askerinin zapt edemediği bu kadın tükene tükene işte böyle bir hale gelmişti. Karlı bir günde, tahta bir sanduka arkasında ilerleyen az bir cemaat bembeyaz karların üzerinde gıcır gıcır ilerleyerek bu zavallı kadının ölüsünü serviliklere götürmüşler; sonrada başları eğik, hiç konuşmadan, ağır, ağır, arkalarında iri iri pabuç izlerini sıralayarak mezarlıktan şehre dönmüşlerdi.

  *

        Jandarma Halil kumandandan aldığı bir emri köy köy tebliğ etmek için emir almıştı. Elindeki listeye bakarak köy köy dolaşıyor, bakaya kalan askerlere, aybaşında şubede bulunmaları gerektiğini bir bir tenbih ediyordu. Bu işi onbeş gün içinde bitirecekti. Görevinin ilk haftası hadisesiz ve vukuatsız geçti. Yalnız ağabeyinin ve yengesinin acıklı ölümleri kafasını sık sık meşgul ediyordu.

        Bazen hayalini mazideki çocukluk hatıralarına kadar sürüklüyor, tatlı bir teselli ile sanki onlar yaşıyorlarmış gibi avunuyordu. Sonrada onların yok oluşunu hatırlayarak acı bir silkinişle kendisini toparlıyor, elinde olmayarak gözlerinin oluklarında iri iri yaş damlaları birikiyordu.

        O gün ikindi sularında Saka köyüne gelmişti. Lazım gelenlere tebligat yaptıktan sonra köylülerin arasında oturdu.

        Onlarla yarenlik etmeğe başladı. Köy imamı Mehmet Efendi çok konuşkan ve hoş bir adamdı. Yüzünü örten siyah sakalıyla her şeye aklı eren bir hali vardı. O konuşurken herkes susuyor ve onun sözlerini başlarını sallayarak dinliyorlardı. Halil’e, hocanın gözleri yabancı gelmiyordu. Onu yakından tanıyacak gibi oluyordu. Fakat nereden!... Nasıl!... Halil Mehmet Efendi ile görüştükçe bunu düşünüyor, bir türlü kafasının bu düğümünü çözemiyordu. Mehmet Efendinin gözlerine benzeyen tanıdık bütün gözleri gözlerinin önüne getiriyor, fakat bu gözleri hiç birisine benzetemiyordu.

        Nihayet içinin acı bir burkuluşu ile bu düğümü de çözdü. Kaşları çatıldı, çenesi kilitlendi, eli gayri ihtiyari kasaturasına gitti, sonradan toparlandı.

        Karşısında konuşan hoca Mehmet Efendi, ağabeysini astıran melun Suavi idi. Hocaya: “Bu köye ne zaman geldiğini!” sordu. O da “düşman gittikten altı ay sonra geldiğini, köylünün kendisini pek sevdiğini, hatta kendisini bu köyden evlendirdiklerini birde kız çocuğu olduğunu” anlattı.

        Halil’in artık şüphesi kalmamıştı. Mehmet Efendi başını çevirirken, kulağının arkasındaki büyük bir Ben’in olup olmadığına dikkat etmiş ve o büyük Ben’i de görmüştü. Hemen ayağa kalktı. Köylülere: “Düşmanlara vaktiyle yataklık eden alçak, rezil Suavi’nin bu hoca Mehmet Efendinin olduğunu, bu köye gelerek kendilerini kandırdığını, ellerine kelepçe vurarak onu Kütahya’ya götüreceğini” söyledi. Uzattığı kelepçe ile Suavi’nin bileklerini kelepçeledi. Köylüler hayret içinde kalmışlardı. Bir taraftan da korkuyorlardı. Bunun bunca zamandır köylerinde imamlık etmesinden kendilerine bir fenalık gelirmiydi?..  Jandarma Halil yanına köy muhtarını da alarak Kütahya’nın yolunu tuttu. Daha evvel davranan bir delikanlı da kıvrak kıvrak seğirterek Kütahya’ya müjde vermeğe gitti.

        Suavi’nin yakalandığını işitenler şehrin kenarındaki şosede birikmişlerdi. Kimisinin elinde sopa, kimisinin taş vardı.

        Biraz sonra jandarma gözüktü. Etrafını çevreleyen Kütahyalılara Suavi’yi nasıl tanıdığını ve onun nasıl imam olduğunu velhasıl olanı biteni olduğu gibi anlattı.

        Suavi elleri kelepçeli olduğu halde ürkek ürkek kalabalığın önünde yürüyor, jandarma Halil’in her sözünden sonrada ahaliden:

        - Alçak!.. Namussuz!.. Düşman dostu!.. gibi homurtularla ya bir yumruk yahut da bir taş parçası yiyordu. Kenar sokaklardan kalabalığa karışanlarla kafile oldukça çoğalmıştı. Kafileye koşarak katılanlardan biri:

        - Bunu hala yaşatıyor musunuz?.. Vurun caniye!.. Vurun katile!.. diye bağırdı.

        Kulağının dibinden bir iki taşın vızlayarak geçtiğini fark eden Suavi halk tarafından parçalanacağını anladı. Tabanları kaldırdı. Kaçmağa başladı. Ahali peşi sıra bağırarak koşuyor, koşarken de ellerindeki taşları olanca kuvvetleriyle, kaçmak isteyen Suavi’ye doğru fırlatıyorlardı. Suavi’nin yüzü, gözü kanlar içinde kalmıştı. Soluk soluğa hapishanenin arkasındaki karakoldan içeriye girdi. Karakolda başçavuşla birkaç jandarma neferi vardı.

        Başçavuş ahalinin içeriye girmemesini söyledi. Bağıra bağıra gelenler karakolun önündeki çamlıkta birikiyorlar ve haykıra haykıra:

        - Katili isteriz!.. Alçağı isteriz!.. diye Suavi’nin kendilerine teslimini istiyorlardı.

        Karakol kumandanı pencereye çıktı ahaliye:

        - Mutasarrıflığa telefon edeceğim. Arzularınızı söyleyeceğim. Mutasarrıflıktan alacağım emri bekleyiniz dedi.

        Kalabalık bir çığ gibi büyüyor, dalgalanan sesler de bir uğultu halinde sokaklardan taşarak ilerdeki mahallelere doğru aksediyordu. Herkes birbirine işgal zamanındaki feci vakaları anlatıyor ve arada hep birden:

        Kahrolsun!.. İsteriz diye de bağrışıyorlardı.

        Mutasarrıflık, makamın haberi olmaksızın Suavi’nin halk içine bırakılıverilmesini telefon etmiş.

        Saçı sakalı kan içinde, suratı tanınmayacak bir hale gelen Suavi’yi iki jandarma, karakoldan dışarıya itiverdi. Vaktiyle ondan zulüm görenler karakol kapısının iki tarafında bekleşiyorlardı.

        Halk içine atılan Suavi’nin boynuna yuhalarla!.. Kahrolsun! Sesleriyle hemen bir ip geçirdiler. Suavi’nin boynundaki kalın ip beş on kişi tarafından çekiliyor, etrafındaki koyu kalabalık da:

        -Kahrolsun, gebersin katiller!.. Gebersin casuslar!.. diye Suavi yi takip ediyordu.

        Yerde sürüklenen ve yarı ölü bir halde bulunan bu adama büyük bir kin ve intikamla saplanan bıçakların, kafasına atılan taşların, göğsüne indirilen tekmelerin sayısı hesapsızdı.

        Kafile Hükümetin önünden geçerek Yeşil camii’nin meydanlığına kadar geldi. Bağrışa, çağrışa caminin önündeki çınar ağacında bu düşman casusunu sallandırmış ve kendisi de seyirci kalmıştı.

        Şimdi de kendisi bu yeşil çınarın küçük bir dalında hafif esen rüzgârla sallanıyor, etrafında toplananlar yüzü gözü taş ve bıçak yaralarıyla şeklini değiştiren bu kötü adamı beyhude tanımağa çalışıyorlardı.

                                                                       Celal Sıtkı GÜRLER                      

  Kaynak:“Anadolu’da Yunan Zulmü Raporlarında Kütahya” Ali Günhan 2010

KÜTAHYA’DA AHİLİK

 

          Ahilik, Anadolu şehirlerinde yaşayan yabancı tacirlerle rekabet edebilmek amacıyla ve Ahi Evren Hazretleri tarafından Hacı Bektaş-ı Veli hazretlerinin tavsiyesiyle kurulan esnaf dayanışma teşkilatıdır. Kelime manası kardeşlik demek olan ahilik, son birkaç seneden beri ülke genelinde her yıl kutlanmaktadır.

        Yine bu sene kutlanan Ahilik Haftası nedeniyle geçmişte Kütahya’mızda yapılan ahilikle ilgili gerçekleştirilen etkinlikleri değerli kütüphaneci, Kütahyalı merhum Hamdi AYDIN’ın notlarından okuyarak o günleri yâd edelim.

 

Kütahya’da Esnaf Loncası ve Teferrüç

          

           Kütahya da arasta’da Takvacılar Camii şerifinin avlusunda iki büyük kazan bulunurdu. Kütahya da böyle büyük kazan imarette ve şahıslarda bulunmazdı. Bu kazanlar Hicaz’a (Hacıya) gidip gelenlerin evine götürülüp hacı pilavı pişirilir ve düğünlerde evlere verilir, pilav pişirilirdi. Bu hayrın hediye olarak birkaç kuruş kazanı muhafaza edenlere verilir o şahıslar yedinde (elinde) para birikirdi. Muhtaç seyyahlara (yabancı fakir misafir) bu paralardan verirlermiş. Bu kazanlar, asıl bir başka iş daha görürlermiş ki, o da Kütahya da esnafların Lonca da biriktirdikleri para ile ve bazısı daha ehil Cemiyetin paraları ile kırda bir Teferrüç (Mesire, Piknik) adıyla toplantı yaparlar ve birkaç gün kırda çadırlar kurularak kalırlardı. Asıl büyük kazanların mevcut olması bu Ahiler âdeti olan teferrüç cemiyeti olduğu için muhakkaktır. Teferrüç Cemiyeti, azametli ve şümullü (kalabalık, büyük, geniş) bir cemiyettir.

           Teferrüç Cemiyeti, Kütahya halkını bir arada toplayıp ehli sanat kimlerdir ve bundan sonra kimler olacaktır. Bunları görmek ve aynı zamanda göstermektir ve Kütahya da sanat nev’i (çeşidi) ve âdeti bilinecek ve noksanları var mıdır görülmek için adet edilmiş bir esastır.

           Bu Teferrüç Cemiyeti hakkında Kütahyalılardan pek çok bilenler vardır. En çok teferrüç cemiyeti 1305 (1889) sene-i mali’sinde “Küçük Aksu” namı mahalde (Kütahya halkı tarafından Küçük Aksu adıyla anılan yer) toplanılmıştır. Kütahya hâkimi Haydar Molla çok alakadar olmuş ve bir hafta burada bulunmuştur.

 

1305 (1889) senesinde Kütahya’da Teferrüç Cemiyeti

 

           Teferrüç Cemiyeti yapmak sanat ustalarının baş tutmasıyla olur.

           Tabak esnafı, Saraç esnafı, Dikici esnafı, Demirci esnafı,  Kıl Muytap esnafı, Dokuyucular esnafı, Kuyumcu, Bakırcı, testi, İbrikçi, Çinici, Araba imalatçı, Dülger(?) yapıcı, Kiremitçi, Kireççi, Kurşuncu, Tenekeci,  Dökmeci, Berberler ve ustaları üç senede bir baş olarak Teferrüç Cemiyeti yapılmak için teşebbüs edilir. Bu sanatlardan kalfaları usta, çırakları kalfa çıkarmak için Peştamal bağlarlar.

           İşte bu esnaf ustaları Kütahya halkını sınıf sınıf davet ederler. Ulema(âlimler), Meşayıh (Şeyhler), Camii hademeleri (Hizmetçiler) ayan ve cevihleri(?) Memureyn ve Askeriyeyi mahsus çadırlar kurarak gün ve saati belli olarak davet ederler. Ve her sınıftan bir esnafa misafir verilir. Ve bu misafiri bu esnaf karşılar, çadırlarına getirirler. Kahve ve yemek ikramını yaparlar. Esnafların kurdukları çadırlar büyük daire meydana getirir. Bu daireye kimse girmez. Çadırların birer kapıları bu daireye açılır. Güzel büyük bir meydan olur. Meydan ortasında Ahi baba tarafından getirilmiş bir sancak dikilir. Bu sancak Tabak esnafının içerisinde bulunan Ahi baba veya onu temsil eden bir zat tarafından getirilir ortaya dikilir.

          Çadırlarda un helvası, Pilav verilerek misafirlere ikram edilir. Bu ikram tamam olduktan sonra Esnaf başı, usta çıkacak kalfaları ve kalfa olacak çırakları ortaya getirir, sıra yapar.

Tabak esnafından en yaşlı bir zat ve Ahi baba veya Ahi baba sülalesinden biri bir peştamal eline alıp usta çıkacak kalfa çırakların bellerine dolar. Sonra du’â ederler ve sanatta lazım olan vasıfları söylerler.

           İşte bu Teferrüç Cemiyetinin Kütahya da pek eskiden mevcut olduğu cihetle büyük kazanlar bunun için yaptırılmış olduğunu söylerler.

          “Arasta kazanları” diye Kütahya’da meşhur söz vardır. “Arastalı kazan kaldırmış” derler. Bununla Yeniçerilerin kazan kaldırdıklarını işaret etmek isterler. Hakikaten umumi talepleri kazan kaldırıp, aş pişirip istedikleri vardır.  

 

Kütahya Arasta ve arastalı

         

          Kütahya Arasta denince mutlaka ayakkabı yapan, diken dikiciler ile bunların mallarını satan, alan dükkân müşterileridir.

          Arasta demek üstü kapalı çarşı demektir. Evvelce üstü teneke ve yarma tahtalarıyla kapanmış bir arasta var idi. Burada sıra ile dükkânlar vardır. Elân (her zaman) öyledir. Bu dükkânlarda oturanlar dikicilerin yaptıkları malları beyinlerinde(aralarında) murat ederek alırlar, dükkânlarına depo eder halk ve hariçten tüccarlar ayakkabılarını buradan mubayaa ederler. İşte bu çarşıda böyle olup satanlara kavaf derler. Çarşıya “Arasta” derler. Dikici esnafıyla ayakkabı satan kavaflara Arastalı derler. Yağmur yağmadığında Taun(deli) ve veba salgın hastalıkları büyük insan telefatı verdiğinde halktan bir iane (yardım) toplanarak dua etmek üzere Musallaya veyahut münasip bir açık yere halk toplanır ve arasta kazanları o mevki ye götürürler aşure veya aş pişirip halka yedirirler. 1311(1895) senesine kadar kolera hastalığı için toplanılan tepeler olmuştur.  Sonra halk sıhhi tedbirlere (sağlık tedbirlerine) kuvvetle inanmağa başladığından bırakmışlardır.

          Yağmur duası için 1340 (1924) senesine kadar Musallaya toplanmayı bırakmamışlardır.

KÜTAHYA’DA İLK KİREMİT FABRİKASI NASIL AÇILDI?

 

          Bu yazı, 22 Temmuz 1928 tarihli Osmanlıca VATAN gazetesinde çıkmıştır. Kesilmiş Gazete Kupür’ü olarak arşivlenen bu yazının çıktığı Gazetede yazanı not edilmemiştir.

          Cumhuriyet döneminin önemli faaliyetlerinden biri olarak ilimiz için çok önemli bir olay olması nedeniyle bu haberi o günün gazetesinden aynen aktarıyorum.

 

          Fabrika senede 200 gün Çalışmakta, 1 Milyon Kiremit, 6 Milyon Tuğla Yapmaktadır. Kiremit Miktarı Busene 2 Milyon’a Ulaşacaktır.

--------------- / -------------

          Kütahya muhabiri mahsusamız yazıyor:

          Kütahya’nın müteşebbis gençlerinin eseri olarak tesis eden kiremit ve tuğla fabrikasının resmi açılışı bilumum idare memurları, fabrika direktörleri ve binlerce halk huzurunda icra edilmiştir.

          Kütahya Milletvekili Nuri Bey’in önce ayakta başladığı nutuk’una daha sonra tuğladan yapılmış bir kürsüye çıkarak konuşmasını burada sürdürmesiyle Fabrikanın resmi açılışı devam etmiştir.

          Nuri Bey’in nutuk’unu fabrika müesseselerinden Hamdi Halit Bey’in izahatı takip etmiştir ki;

          Memleketin dört bucağında devam eden ve inşa faaliyetini gören şirketimiz müesseseleri bizler memleket paresinin pişmiş toprak yüzünden de harice (başka yerlere) gitmemesini teminen şirketin esaslarını 1926 senesi Ocak ayının 25. günü kurmuş olduğumuz bir fabrikanın tesisine teşebbüs ettik. İki sene evvel İktisat vekâleti’nin (Maliye Bakanlığı) menfaat hissedarı bulunduğu Kütahya Çini işleri şirketinin sureti mahsusa da celp (çektiği) ettiği mütehassıs Profesör Mösyö Plotofya’nın Kütahya’da bizzat yaptığı tetkikat ve Kütahya’daki mevaddi ibtidaiye (başlangıçta maddeler) üzerindeki tahlilatı neticesinde  verdiği fenni rapor çiniciliğin asri (modern) bir şekle ifrağıyla (dökme) bu suretle ihyasının ancak tuğla ve kiremit imalinden başlamak suretiyle mümkün olacağı şeklindedir. Bu fenni raporun verdiği kati malumatın ve buna samimiyetle bizzat yaptığımız tecrübelerden aldığımız neticelere istinaden bu fabrika tesis edilmiş ve 1927 senesi Mart’ının 11. günü fabrikanın düdüğü Kütahya afakında (geleceğinde) Cumhuriyet idaresinin bahşettiği feyizlerinin şükrünü ilan etmiştir. Fabrikamızın 1928 senesi mamulâtının kâmilen (imalatının tam) sayılmış olduğunu memnuniyetle arz ederim. 1928 senesi kış aylarında aksaması ikmal edilerek (kış sezonunun boş geçilmesini tamamlayarak)  kiremit imaline esaslı bir surette başlanmış olup imal etmekte olduğu kiremitlerin emsali ecnebi (dış ülke) mallarından sağlamdır ve sanatça üstün, kâse onların yerine baliğan mabaliğ kaim bulunduğundan fabrikamızın siparişle dolu bulunduğunu da kaydederim.

          Fabrikamız senesi 200 gün çalışarak şimdilik bir milyon kiremit veya 6 milyon tuğla imal etmektedir. Bu sene mallarımıza karşı göreceğimiz rağbet derecesinde bir misli daha tevzi ederek imalatımızı 2 milyon kiremit eblağ etmek suretiyle Türkiye ihtiyacının önemli bir kısmının gördüğümüz şu küçük fabrikanın temin edeceğini arz ederim.

          Bu sözleri İktisat vekili (Maliye Bakanı) Rahmi Bey’in nutuk’u takip etmiştir. Rahmi Bey nutuk’un da demiştir ki;

          “Vatanın her köşesinin kendine mahsus birtakım hayati kaynakları ve maişeti (geliri) olduğu gibi Kütahya’nın da zirai istidat ve kabilelerinden başka teşkilatı tabiyesi neticesi olarak bir imtiyaz mahsusu vardır.

          Bu güzel şehri çeviren dağlar, ovalar toprak mamulâtı için namütenahi defineler halindedir. Bu hikikatı tarih söylediği gibi ecdadımızın kıymetli eserlerinde de hep görmekteyiz.

          Avrupa kiremitleri için verdiğimiz paraları hep biliyorsunuz. Pek yüksek ve ince bir sanat olmayan bu kabil kiremitleri imale muktedir olduğumuzu böyle Milli müesseselerimizle ispat ederken pek kısa bir zamanda bütün Türk topraklarına basit toprak mamulâtı olsun sokmamaya elbirliğiyle çalışmalıyız. Hele yerli imalatı mevcut iken ecnebi kiremitlerinin bir adedini bile almayı iktisadi bir delalet telakki etmeliyiz.

          Memleketi baştanbaşa imar için milletin göstermekte olduğu hamali faaliyetin devamlı olması mevadi inşaiye (inşaat maddeleri) imali meselesi üzerinde de o nisbette faaliyeti icap ettirir. Aksi halde hayat şartları ve mevazene-i (ölçülü) maksadımız da aleyhte kötü netice verir. Bu modern fabrika bize ifade ediyor ki Kütahya halkı kendi muhitleri (yöre) için en faydalı yol bulmuştur. Bu yolda daha büyük sermaye ve daha kapsamlı ve derin bilgilerle mücehhez (donatılmış) olarak mütahhiden büyüyeceğinden şüphe yoktur. Fabrikanın muhterem müesseselerini meydana getirdikleri kıymetli eserlerinden dolayı hararetle tebrik etmeyi bir vazife addeder ve muvaffakiyetler temenni ederim.”

          Merasimden sonra Vilayet makamı ve diğer Devlet daireleri, Halk Fırkası (Halk Partisi), Belediye ve Askerlik Şubesi, Ticaret Odası ve Zahire (tahıl) Borsası ziyaret edilmiş öğle yemeği Rıza Bey’in hanesinde (evinde) yenildikten sonra otomobillerle (arabalarla) demirhane ye sonra Çamlıca’ya ve oradan da Kütahya - Balıkesir hattının ilk istasyonu olan Demircören’e gidilmiş sonra avdet edilerek muhasebe-i hususiye fidanlığı gezilmiş, Çini  fabrikalarına ayrı ayrı gidilmek suretiyle ziyaretler son bulmuştur. 

          Fabrikanın resmi açılışında hazır bulunmak üzere Tavşanlı’dan da bir heyet gelmiştir.

 

          Not:

          Söz konusu olan bu fabrika, şuan istasyonda harabe vaziyette olan “Sümerbank Kiremit Fabrikası”dır. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında Kütahya’da açılmış olan bu fabrika, ülkemizin ekonomisine katkısı ve ilimizin kalkınma hamlesi çerçevesinde sanayileşmesi yönünde çok önemli biratılım olmuştur.

KURTULUŞ SAVAŞINDA KÜTAHYA DEĞİRMENLERİNİN ÖNEMİ

27 Haziran 1927 Tarihli Osmanlıca olarak yayınlanan “Büyük Gazete” de Kütahya değirmenleri ile ilgili bir yazı çıkmıştır. Kurtuluş savaşında İlimiz için çok önemli olan bu yazıyı günümüz Türkçesine çevirerek aynen sunuyorum.

 

BÜYÜK GAZETE

 

Numara: 87  İkinci Sene                                                                                         20 Sahife

27 Haziran 1927 Perşembe            İstanbul – Matbaa-i Ebuzziya              7 Buçuk Guruş

 

İstiklal Harbinde Şanlı Olaylara Sahne Olan Anadolu Köşeleri

 

“KÜTAHYA” DEĞİRMENLERİ BİRER

KAHRAMANLIK MERKEZİDİR

 

                                                             Muharrir: “Mehmetçik Avrupa da” Müellifi: M. Şevki*

         Her şey hali teşekkülde. Hükümet, Ordu ve bunlar meyanında benim bölüğümde. Benim bölüğümde; Emireri Mekkârecisi Aşçısı, borazanı dâhil olmak üzere yirmi beş kişiyi geçmiyor. Düşman Eskişehir ve Afyon’un kapılarında, bir zaman bizimle beraber çalışan Etham ise, kim bilir hangi budala düşüncenin ve bütün çeteleriyle birlikte isyan etmiş. Yunanlılar İnönü’nde taarruza kalkarken o da Kütahya’yı zaptetmeye ve ordunun gerisini kesmek için savaşıyor. Kasabadaki bütün halk bu eşkıya sürüsünün şehre girmesi ve talan yapması korkusuyla tiril tiril titriyor. Ordu ise asıl düşmanla çarpışmak üzere bütün kuvvetlerini İnönü ne ve Afyon cihetine toplamış, çok az kuvvetiyle de Kütahya’yı müdafaaya uğraşıyor, diğer bütün kıtalar gibi teşekkül hali bulunan buraya gelmişti.

     Gece karanlığında Kütahya’nın hemen ilerisindeki tepelerde tüfeklerin palazları yanıp sönüyor, sesler bir seviye devam ediyor.

     -Bam! Bum! Bum!

     Kışlanın geniş ve karanlık koridorunu aydınlatmaya çalışan petrol lambasının titrek ışığı altında kaç gündür çalışmaktan gözüne uyku girmeyen kumandan beni çağırdı.

     -Mevcudun kaç kişi?

     -Yirmi beş.

     -Pek az.

     Sonra biraz düşündü ve karar verdi.

     -Ne yapalım. Azda olsa harp etmek mecburiyetindeyiz. Hemen hareket eder, değirmenlerin bulunduğu tepelerin en soldakini işgal edersek:

     -Baş üstüne!

     İki günlük yürüyüşün verdiği yorgunluk la oldukları yerde uykularını kestiren askerlerimi uyandırdım, emri tebliğ ettim ve sabahın alacakaranlığında değirmenlerin bulunduğu sırtları tırmanmaya başladık. Sular şarıl şarıl aşağıya doğru akıp gidiyor ve insanın içine garip bir hüzün çöktürüyor.

     İşte emir edilen tepeye ulaştık yük hayvanlarını değirmenin önünde durdurdum. Benimle beraber ancak on sekiz silahlı en solda bulunan tepeyi işgal ettik. Karşımızdaki çeteler bizi selamlamaya başladılar. Şakası yok, herifler eşkıya, kurşunlar sağımıza, solumuza saplanıp duruyor. Yere yattık, tedbirli tedbirli ilerlemeye başladık.

     Öğlene kadar sükût, öğlende bütün eşkıya sürüsü birden taarruza kalktı, sağ tarafımıza doğru ilerliyor. Gerimizdeki bataryalar gözlerini yumdular, ağızlarını açtılar, boyuna ateş püskürüyorlar ve sürüyü bocalatıyorlar. Hele Kütahya’nın eski tarihi kal’ası üzerindeki batarya veriyor şarapneli.

     Herifler hayli ilerlediler, nerde ise kasabaya girecekler. Birden meydanı müsait bulan bir makinalı tüfek yandan biçmeye başladı, işte sürü durakladı, hatta geri geriye kaçmaya başladı al bir taarruzda Mehmetçiklerden.

     Çeteler yine eski hallerini buldular, haylide yorgun görünüyorlar, korkudan yüreği ağzına kadar gelen zavallı kasaba rahat bir nefes aldı.

     Akşam yaklaştı, karanlık çöküyor biz yine değirmenli sırtın üzerinde yatmış ileriyi seyrediyoruz. Artık karanlık tamamen bastı ve göz gözü görmüyor. Kaç gece ki uykusuzluk ve yorgunluktan gözlerimiz bilâ ihtiyar kapanıyor. Bölüğün yarısını orada bırakarak diğer yarısıyla değirmenin içerisine çekiliyoruz. Taşları döndürmeyen su çeşit çeşit sesler çıkararak oluktan akıyor ve altımızdan dışarı gidiyor.  Karnımız aç olduğu halde ne teknedeki un’u ve nede duvarda asılı duran sacı kimsenin gördüğü yok, biraz evet biraz uyku ve istirahat.

     Uyuyacağız ve istirahat edeceğiz, yalnız her saat başında nöbetçileri değiştiren onbaşının sesi olmasa:

     -Hemşeri kalk, nöbet sırası sende. Bu sesle yalnız nöbeti değiştirecek asker değil, hepimiz uyanıyoruz, fakat neden fazla bağırıyorsunuz diye onbaşıya kimse itiraz edemiyor, çünkü yorgun nöbetçinin de kalkmak ihtimali yok.

     Ertesi sabah yine aynı şırıltı, aynı su sesiyle uyandık, yalnız dünküne nazaran bir noksanlık, bir boşluk vardı, acaba ne idi bu noksanlık, ne idi dünküne nazaran bu başkalık?

     -Haa, buldum, düşman tarafından tüfek sesleri gelmiyor.

     -Acaba kaçtılarmı?

     -Kim bilir, belki,

     -Haydi çavuş, al yanına iki asker, etrafa doğru yavaş yavaş ilerle! Çavuş yanındaki neferlerle ilerliyor, çıt bile yok, işte çetelerin seyirleriyle aralarındaki mesafe ancak otuz kırk adım kaldı, ikisi yere yattılar, birisi sürüne sürüne ilerliyor, yine bir şey yok, işte en ileride giden asker siperlere girdi, silahı kaldırdı, ucuna mendilini taktı ve bize doğru sallıyor,  demek ki hakikaten kaçmışlar, daha gerideki sırtlarda da görünen yok, yavaş yavaş doğudan çıkan güneş etrafı aydınlattı, her tarafta asker gülüşleri işitilmeye başladı. Demek çeteler pabucun pahalı olduğunu anlayarak kirişi kırmışlardı.

     Arkamızdan emirde geldi, toplandık değirmenli sırtlardan kasabaya doğru iniyoruz, halk  ne çabuk da haber almışlar ve hazırlanmışlardı, yolların üzeri tekne tekne yağlı yufkalar, helvalarla dolmuştu, eşkıyanın şerrinden, talanından kendini muhafaza etmiş olan bu hal teşekküldeki hatıralara Kütahyalılar kendilerini bil fiil göstermek istiyorlardı, kaç gündür karınları doymayan Mehmetçikler yediler, yediler ve güldüler. Bilmem Kütahya’nın Genç erkekleri, narin yapılı kadınları o sırtlara çıkar, değirmenlerin olukları kenarında eğleniyor ve o günleri hatırlarlar mı?

     Yalnız ben Kütahya ismini işittikçe bu ilk ve beklide son gördüğüm kasabanın hep o tepelerini, değirmenlerini, garip sesler çıkaran sularını ve bir de bunlarla zıt olan karşı sırtlarda ki eşkıyaların tüfek namlularını hatırlarım.

     Zahmetli, fakat ne şerefli günlerdi o günler!

                                                                                                        ARŞİV VE BELGE NO: K.B.M.Y.K-S.YN.B      

       Türkçeye Çeviren ve Sadeleştiren

                      Ali GÜNHAN 

GEÇMİŞTEKİ İLGİNÇ OLAYLARIYLA KÜTAHYA

 

Kurtuluş Savaşında Kütahya’da yaşanmış bu hadise, 1919 - 1921 yılları arasında Dar’ül Muallim Müdür Muavinliği ve Müdür vekilliği göreviyle Kütahya’da bulunan Cemal Gültekin tarafından kaleme alınmıştır. Kendisinin bizzat yaşamış olduğu bu hadiseyi anlatan yazı 1948’de “YENİ BİLGİ MECMUASI”nda çıkmıştır.

“Kütahya’da 1919-1920-1921 yıllarında Kütahya Darulmuallimin’de Muallim Müdür Muavinliği ve Müdür vekilliği ile çalıştım. Bir aralık okulumuza Çerkez Ethem ve arkadaşları tamamıyla yerleştiler ve bütün eşyaya el koydular. Bizde Milli Kuvvetler emrinde çalıştık. Çerkez Ethem Büyük Millet Meclisiyle anlaşmadığından düşman tarafına geçince tekrar mektebi açtık.

Düşman işgali dolayısıyla o zaman İzmir’den Kütahya’ya birçok Muhacirler gelmişti. Bunlar sefil ve perişan bir durumda idiler. Hilaliahmer (Kızılay) Başkanı olan Sıhhiye Müdürü Ziya Mutasarrıfın “Bu muhacirlere nasıl bir yardımda bulunabiliriz?” sorusuna karşı: “Gençlerden istifade ederek bir temsil verir, onun geliriyle bir yardım yapabiliriz” diyor.

Sıhhiye Müdürü Ziya, Recai zade Ekrem Bey’in “Çok Bilen Çok Yanılır” piyes’ inin oynanmasını uygun buluyor. Mutasarrıfın da muvafakatını aldıktan sonra memleketin gençleri olan bizlere başvuruyor: “Çocuklar memleket işidir, vatani bir vazifedir. Bu temsilde hepimiz rol alalım, bu işi başaralım.” Diyor. Bizlerde canla başla kabul ederek derhal işe geçiyoruz. Eserdeki kadın rolünü ben almıştım.  Diğer roller şu şekilde dağılmıştı:

Kaymakamın oğlu: şimdi İskenderun İlkokulunda öğretmen olan Ragıp

Kaymakamın oğlu: şimdi İstanbul Milli Eğitim Müdürü Muavini Siret İstemi

Alibaba: İlkokul Baş Öğretmenlerinden Necmi Şimdi ayrılmış, özel çalışmaktadır

Kaymakamın Kızı: O zaman Jandarma Tabur kâtip muavini olan Sabri

Sümüklü Ayşe: O zaman memleket hastahanesi operatörü olan Nedim

Yenge Hanım: Şimdi Fatih bölgesi ilkokullar……Burhan

Bu eser bir gün erkeklere, bir gün kadınlara temsil edildi. Arkadaşlar büyük bir başarı gösterdiler. Hatırımda kaldığına göre bin liradan fazla para toplanmıştı.

Temsilin Tepkileri: Kütahya kadılığı ve medreseler harekete geçtiler. Mütehassıp çevrelerde şu dedikodular dolaşmaya başladı. “Şer-i şerif ahkâmını tahkir ve tezyif (küçük düşürmek, alaya almak) etmişler, sarık sarıp cübbe giymişler, sahnede nikâh kıymışlar, Talak’ı salise ile karı boşamışlar. Vay!… dinsiz imansız herifler!...”

Bu söylentilerden sonra Şer-iye mahkemesinden fotoğraflarını sunduğum İstidayı (Dilekçe) aldık. Bu dilekçede de -Hükkam (Hâkimler) ve Ulemayı İslam’ın zat ve sıfatı şer-iye ve ilmiyelerini ahkâmı şer-iye-i mezhebiyemizi maskara ve istihkar- ettiğimiz ileri sürülerek mahkemeye çağrıldık.

Ayrıca Kütahya Kadısı Mutasarrıflığa da şu tezkereyi gönderiyor.

 

Kütahya Mutasarrıflığı Canibi Âlisine

Darülmuallimin Müdür Muavini Cemal Efendi esnayı lûupte zevcesini talakı selâse ile tatlik (Boşama) ve terk etmiştir. Hanesine (Evine) duhulü (Girişi) [Evine girişi] mahzuratı şer-iye-i dai (Sebep) bulunduğundan men-i duhulü esbabını istikmalini (tam olarak yerine getirilmesi)arz ve rica eylerim.

                                                                                                                             Kütahya Kadısı

                Bu tezkere üzerine evime gitmekten resmen men olunduk. Evde iş güveysi bulunmak lığım aynı zamanda kayın validemin annesinin kadının bu hareketi karşısında çok mutaassıp davranması dolayısıyla hasta ve lohusa bulunan ailemin yanına da gidemedim.

                Kadı bununla da hıncını yenemeyerek -Talakı selase- meselesini ele aldı. Eserdeki bu çeşit boşanmadan dolayı “Hülle lazım gelir.” Kanaatına vardı. Bu durum karşısında memleketin müftüsüne başvurduk. Çünkü müftü kadıya nazaran daha açık fikirli ve ileri görüşlü idi. Müftü meseleyi şu şekilde muhakeme etti: “Kadın boşama işi üçüncü perdede olduğuna göre hülle lazım gelmez. Çünkü fetevayı hinduye nazaran (Zeyit irtidat (Din değiştirme) ettikte talak(Boşanma) mahalline masruf (sarf olunmuş) olmaz.) Tecdidi iman ve nikâhla mesele halledilmiş olur.”  

                Müftü hadiseyi şöyle yorumluyordu. Kadı rolüne çıkan adam, sarık sardığına, cübbe giydiğine ve din kitaplarını taklit sureti ile etrafında kitap bulundurulduğuna göre dinden çıkmış yani yani irtidat etmiş demektir. Dinden çıkan bir adamın kadın boşamasını din hükümlerine göre bir kıymeti yoktur.

                Bu fetvayı alarak kadıya gittik. Kadı bu fetvayı yersiz gördü ve kabul etmedi “zeyid irtidad ettikten sonra İddet-i içinde iken talak vaki olmuştur. Yani üç ay on gün geçmeden boşanma olmuştur. Binaenaleyh talak mahalline masruftur” dedi.

                Kadıya dedim ki:

                -Benim sahnede hitap ettiğim kadın başka bir kadındır. Bir insan karısını boşamak için sahneye çıkmaz ya…

                Kadı buna karşıda

                -Fıkıh kitapları derki: (Selasün ciddühünne hezlühünne ciddün) bu şu demektir ki üç şey vardır ki ciddisi de ciddidir; alay yoluyla olsa da ciddidir. Yani bir adam; alay yoluyla kölem azat olsun yahut karım boş olsun derse o köle azat olur ve o kadın boş düşer. Sizde alay tarikiyle karınızı boşamışsınız. Binaenaleyh karınız boş düşmüştür. İşin içine “Talak-ı selese” de olduğuna göre tereddütsüz hülle lazım gelir. Dedi.

                Bu suretle artık mesele tamamen sarpa sarmıştı. İçinden çıkılmaz bir duruma düşmüş ve nasıl yakayı kurtaracağımızı düşünmeye başlamıştık.

                Sonradan bereket versin istinaf mahkemesi Reisi araya girdi. Temsil esnasında bizim mektebin kadın hademesi rol almış, benim karım durumuna geçmiş ve boşanmış gösterilmek, kendi aileme yeniden nikâh kıymak, imanımızı da tazelemek suretiyle hülle den kurtulduk.

                Bir Perşembe günü muallim arkadaşlarla toplandık, meşaleler yaktık, ilahiler okuyarak büyük bir törenle -resmen ve şeran yasak edilmiş olan- evime ve aileme yeniden kavuştum.

 

                                               BELGENİN TÜRKÇESİ

                                Kütahya Kadılığı Huzuru Fazılanelerine

               

                Faziletlü Efendim Hazretleri

                Bin üç yüz otuz altı senesi Şubat’ının on ikinci günü akşamı Cuma gecesi Kütahya Sıhhiye Müdürü Ziya ve Drülmuallimin müdür muavini Cemal ve Jandarma Tabur kâtip muavini Sabri ve Operatör Nedim ve sabık idadi resim muallimi hala Küçük Çarşı’daki küçük dükkânda mukim fotoğrafçı Osman Efendiler tarafından İzmir muhacini menfaatine mahalli terbiye ve irfan olan  Mektebi Sultani binası dâhilinde umuma müsamere vereceğini ilan ve olbabta muhtelif kıymetlerle bilât tevzi ettikleri halde vakti mezkûrede mahalli mezkure hüsnü niyetle şitaban olan Müslümanlarla işbu Müslümanların hissiyat ve terbiye-i milliye ve içtimaiye erini anlamak üzere giden Ermeni ve Katolik Milletinden bir takım kimseler muvacehelerinde mamul ve intizarın hilafında icabıhal ve mevkile gayri mütenasip ve terbiye-i diniye ve milliye ile gayri kabili Tevfik tiyatro oynamışlardır. Şöyle ki esnayı muhakemede tafsilatı arz ve beyan olunacağı üzere mezkurül esami eşhası sahne temaşaya güya bir mahkeme-i şer-iye odasında etrafında vazifeye müteallık kitaplar ve karşısında bir masa ve bir tarafında nargile ve elinde marpuç ve bir tarafında uzun çubuk ve bir başında büyük bir beyaz sarık ve sırtında bir siyah cübbe olduğu halde koltuk üzerinde oturmuş Hakimüşşer-i temsil ve ira’e edilmiş ve şanı Hükkam ve Ulemayi dini İslama yakışmayacak envaı fezayih ve denaneti ahval ve evza vaki olmuş gibi filan tasvir edildiği gibi esnayı lüubde hile-i şer-iye olarak arapça bir ibare okumak ve genç oğlan ve kız kıyafetine girerek şuhut mahzarında akti nikâh etmek suretiyle eğlenmişler ve ferdası Cuma günü dâhi kadınlara aynı oyunu oynamışlardır. Mumaileyhimden hâkimi temsil eden Cemal Efendi Talakı selase ile zevcesini tatlik ve terk etmiştir. Mumaileyhimin hile ile ahaliyi celp edipte bilahare fevkalmemul yarü ağyara karşı bir güna mukaddesatı diniye ile eğlenmeleri temaşakaran üzerinde bile bir su-i tesir hâsıl ettiği şayi olmuştur; Mumaileyhimin berveçhi  meşruh bil iştirak ika ettikleri efal ve hareketleriyle kisve-i ilmiyeyi lâbis olan Hükkam ve Ulemayı İslam’ın zat ve sıfatı şer-iye ve ilmiyelerini ve Ahkamı Şer-iye-i Meshebiyemizi maskara ve istihkar etmiş olmalarına mebni mahzuratı diniyede vaki olup ve hususu mezkûr ise Hukukullaha müteallik olmakla bu bapta herkesin davaya salahiyeti der kâr bulunmuş olduğundan Müdde-i aleyhimden her biri huzuru şer’e celp ve davet edilerek haklarında muktezayı şeriatın hükmü icra olunmasını talep ve dava eylerim ol bapta emrüferman Hazreti menlehül emrindir.

                                                                                                              15 Şubat 1336 (1920)

                                                               Kütahya İshakfakih Medresesi Müderrisi Hoca zade Halit

 

 

 

 

EVLİYA ÇELEBİ’NİN KÜTAHYA’SI BÖLÜM  10

SICAK SULARI

      Yoncalı Ilıca sı derler sıcaklığı orta suyu vardır. Kütahya halkının cemisinden kiraz mevsiminde nice bin âdem(insan) gelip meks(alış veriş) edip beşer onar gün bu germaba (hamama) girerler. Yetmiş türlü hassası (Şifası) vardır. Hatta cüzzam, Alaca, Saç dökülme hastalığına dahi ilaçdır. Sultan Keyhüsrev üzerine bir kubbe-i âli ve halvetler (Odalar) inşa etmiş kâgir binalardır.(hamamlar)  ve dört yanı sık ağaçlıklar arasında sular kenarında herkes cariyeleriyle sefa edüp gençleşir. Etraf köylerden pek çok yiyecek, içecek, meyvalar gelir. O kadar Pazar ganimet olur. Hakka ki zevki sefa edecek mesirelik yerdir. Burayı da temaşa edip cümle yaran ile vedalaşıp doğuya mamur köyler geçip on saat gittik.

 

ALTINTAŞ KASABASI

      Kasaba-i Altıntaş, Âl-i Selçukiyan zamanında bir kayadan altın madeni çıkmasıyla  “Altıntaş” derler. Paşa hassıdır. Molla Nahiyesi kazasıdır. Geniş bir ovada iki yüz toprak örtülü, bağ ve bahçeli şirin bir kasabadır.  Bir Camii, bir hamamı, verimli sahrası vardır.

EVLİYA ÇELEBİ’NİN KÜTAHYA’SI BÖLÜM  9

ŞEHRİN İÇİNDE YATAN BÜYÜK ZATLAR

    Evvela Sultanbağı Mezarlığı içinde Hazreti Şeyh Sultan Ahi Oran Sultan, Taşoluk Mahallesinde Acem Sultan ve Güzelim Sultan, bunlar azim ziyaretgâhlardır. Ahi Mustafa Mahallesinde Ergun Çelebi Hazretleri Mevlana’nın evladı izamlarındandır. Şeyh Ahmet, Pirler Mahallesinde Musannif ve müfessir ve muhaddis  (Yazar, Ayet ve Hadis Tefsircisi) Lûgat’ı Ahteri  yazarı Mevlana Ahteri  Efendi ki Afyon Karahisar’dandır. Kitab’ı Ekber vasıt ve Cemiul-mesail ve Kitabı Asgar bu üç adet muteber kitaplarında müellifidir. Amma amcamız Firaki Efendi onun içün, kısa boylu ve köse olduğundan şiirinde:

 

                                   Ahterinin beş iken medresesi on oldu

                                   Tab’ı sad olan Ahteri meymun oldu

Demiştir. Pirler mahallesinde gömülüdür.

        Eş-şey Ahmet Kalburcu emri azim sultandır. Kütahya yakınlarında Kalburcu Köyünde, Ömrü boyunca Buğday ve arpa ekmeği yememiştir. Daima Çavdar ekmeği yediklerinden insanlar Çavdarlı Şeyh derler. Selim Han Kütahya hâkimi iken bu azize tekkesi yakınında güzel bir mescit yaptırmış, aziz ahirete intikal edince mescid sahasına defin etmişlerdir.  Hala ziyaretgâhtır.

        Ve Balıklı hamamı yakınında Elmevla Yakup Kütahya Mollası iken merhum olup güzel bir türbesi vardır. Sanki mezarında tarihleri muhteşemâne bir kabir mamurdur. Şehzade Sultan Mustafa maktülün kullarından imiş. Bilgin bir kimse imiş. Pirler Sultan bunlara Karadonlu Sultanlar dahi derler. Nurettin Sultan. Şam Mahallesinde sahib yakını bigüman ve halvet nişini binişan Eşşeyh Seyit Nurettin Sultan Tekkesinde gömülüdür. Ve Molla Vahit Paşa hazretleri medresesinde metfundur. Ve Laleli Çeşme Mahallesi yakınında Küçük Dede Merkad’ı. Saray Camii mezaristanında Sultanı şuara Molla Firaki Efendi gömülüdür. Bu hakirin (kendisinin)  akrabalarındandır. Pederim merhumun Kütahya’da olan hanesinde oturuyor idi. Hala o hane Zereğen Mahallesinde tasarrufumuzdadır.  Kapımızın önündeki mezaristanında olanların cümlesi Akraba ve taallukatlarımızdandır. Merhum Firaki Efendi dört lisana vakıf, divanından başka kırk üç pare kitap telifatları vardır.                                                                                                                                                  .

     ve Ahi Evren [1]kendi Mahallesinde Metfundur.

     Meydan Mahallesi mezaristanında Eşşeyh Hazreti Hacı Bayram Sultan. Nice bin kerametleri aşikâr olmuştur.

     Ve Eşşeyh İshak Fakih yine kendi camiinde medfundur.

     Ve Hıdırlık Sultan ve Hezar Dinar Sultan Kütahya fatihidir zaviyesinde gömülüdür.

      Hüsrev ve Şirin müellifi emlâhüşşüara  Elmevla Şeyhi Efendi Kütahya yakınında Dumlu Pınar köyünde medfundur.  Ve dahi nefsi Kütahya’da nice kere yüz bin kibar evliyalar medfundur. Amma âsitanelerine yüz sürüp aşinalık kesbettiğimiz(ancak bizim ziyaret edebildiklerimiz) bu ulu Sultanlardır. Cümlesinin ruhu şerifleri için okuyup sonra şehir içinde seyir ve temaşa ederken Leh Hasan Paşa mazul (alınıp) olup yerine Mehmet Paşanın müsellemi Mülklü Abdullah Ağa gelüp hakire (bana)yüz kuruş ve bir at ve bir samur kürk, bir kese altın ihsan etti. Hanemiz sahibi Osman Paşa Zade kızına tarih güfte ettiğimiz içün yüz kuruş ve bir kat esvap (elbise) ve bir at ve sayishane ve gulam, refiklerimize onar kuruş ihsan edüp cümle ahbap ve dostanı Kütahya ile vedalaşıp hane sahibimiz Bey Efendi hakiri göndere esbi süvar olup nice âyan ile Kütahya’dan kuzey yönüne doğru Felent nehrini geçip bir saatte

EVLİYA ÇELEBİ’NİN KÜTAHYA’SI BÖLÜM  8

MESİRE YERLERİ

 

      Evvela Kalenin cenubu canibi (güney yönü) ardında Sultanbağı ferah feza yerdir. Ve Teferrücgah Kebkebir bayırı keklikli olduğundan şuaralar (Şairler) Kebkebir der. Hepsinden Güzel, yumuşak tatlı suları vardır. Seyrangâhı Aksu ve Lâsum zade bahçesi ve Kunduk viran başı. Can başı suları vardır. Bu uyunlar (çok akan sular) ta içinden cereyan ederek ta aşağı çayır ortasında Felent nehrine karışır.

 

Meyveleri ve Bazı Ağaçları:

     Üzüm cümle karalardan(Köylerden) ve bir konak baid (uzağa) giden şehirden gelir. Çünkü kışı gayet şiddetli olduğundan engürü, (Üzümü) nar’ı, limonu ve turuncu olmaz. Germiyan Oğlu kendi eliyle bir Servi dikip hâsıl emeğiyle hala Servi Mahallesi derler. Servi dahi mevcut seramed (gözde, iyi) bir servidir. Asla birhaşebe ve şubesinerahne gelmemiştir. (içinde çürüklük olmaz “tahminen Selvi Kavağı olsa gerek”)Ve bu şehrin sahralarında deve, katır ve arabaların işlemesiyle zengin bir şehridir. Doğu ve batısı ikişer konak sahrayı bipayanlardır. (nihayetsiz sahradır)  Kıble tarafında iki konak yer ta Afyon Karahisar’a kadar Köy ve Kasabalarla mamurdur. Ve batı yönü yine aynı iki merhale köyleri ve nahiyeleri vardır. Gayet azim bir eyalettir. Bu Paşa sancağı yirmi dört kadılık yerdir. Evvela, Anıd Eğrigöz (Emet) kazası, Simav kazası, Sirke kazası, Çakırca kazası,  Göküyük kazası,  Denizli kazası, Şeyhli kazası, Baklan kazası, Tazkırı kazası, Soma kazası, Kanger kazası, Uşak kazası,  Banaz kazası, Honaz kazası, Ezine kazası, Çarşamba kazası, Dağardı kazası ve Çal kazaları. Bu merkum yirmi dört kaza Paşa sancağındandır. Amma bazısı Kütahya Mollası hükmünde nahiye kazalardır. Bunlar Altuntaş nahiyesi, Gireğiviran (şu anki Aslanapa ilçesi) nahiyesi, Evrencik (Örencik) nahiyesi, Tavşanlı nahiyesi, Gümüş (Köprüören) nahiyesi, Emrudlu nahiyesi ve Etrafı şehir nahiyesi. Bu cümle yedi nahiye Molla hükmündedir. Ve bu eyalet iklimi rabidedir (dördüncü iklimde olduğu için şiddetlidir.) Ve eğer bu şehrin vasıflarını muradımız üzere tahrir eylesek (yazsam) tahvili kelâm olur. Amma inşallah bu müsveddatdan tashihe geçtikte mufassal tahrir olunur (yazılan bu nüshaların yeniden gözden geçirilmesinde ayrıntılı yazarız ) . Zira elmana filbatnüşşair ider. Ve Hamdi Huda dahi elde ve dilde.

EVLİYA ÇELEBİ’NİN KÜTAHYA’SI BÖLÜM  7

ÖVÜLEN VE BEĞENİLENLERİ

      

        Cümle hanelerin yüzleri kuzey yönüne bakar olduğundan havası çok güzeldir. Vel hâsıl içilecek suları dahi gayet güzeldir. Gayet yaylak yer olması ile bağları yoktur lakin Bahçeleri çoktur.  Üzümü olur amma leziz olmadığından beğenilir değildir. Ve yirmi dört çeşit armud’u olur. Ve yedi çeşit Sulu kiraz’ı olur. Kütahya Pça’sı (Paça Çorbası) Arap ve Acemde meşhuru beyaz, berrak, leziz ilik gibi paçası olur. Ve Tennur (Tandır) kebabı ve gerdesi meşhurdur. Kâse ve Fincan’ı ve çeşitli Maşrapa ve Güze’leri (Testi) ve çanak ve tabakları bir diyara mahsus değildir. (başka bir diyarda yoktur.) Ancak kâse İznik’te de meşhur afaktır.(İznik Kâsesi de güzel ve meşhurdur.) Şehrin içinde binden fazla kayalardan akan buz gibi suları vardır. Onun için halkının yüz renkleri kırmızıdır. Sularının her birinin bir nevi hassaları (Faydalı) vardır. Suları hazmettiricidir. Ulu Camii önünde Germiyan Oğlunun imareti içindeki sudan içen canın canı sıkılmaz ve hafakanı (Yürek çarpıntısı) bi emrillah def olur. Gayet mücerrep dir. (Tecrübe olunmuş) Ve bu İmarete bitişik iki Saka hane Hezar Dinar vezirin hayratıdır. Ve nice bin kârı kadim binalar var. Kim midhatin de (övmesinde) lisanı kasırdır. (kim övmeye çelışsa sözleri az kalır)  Halkı gayet garipler dostudurŞecaatli ve bahadırdır kavimdirler.

         Beyit:

                       Ey Firaki şehrimiz şahin yuvasıdır bizim

                       Anın içün anadan doğanımız şahbaz olur. (Yiğit)

      Ve havasının temiz, hoş ve güzelliğine nihayet yoktur. Sevilen ve beğenileni pek çoktur. Onların hakkında nice beyit ve şerhengizler (Yazmak) etmişlerdir. Gerçi Anadolu Türkistan Vilayetidir amma Âlimleri, faziletli insanları ve şairleri gayet çoktur. Zira halkı sefa ve zevk erbabıdır.  Gam ve kasavet taşımazlar. Küçük çocukları gayet necideb (yürekli) ve reşit olurlar. Ve erbabı maarif kanıdır. Tüm halkı fukara sevenidir. Asker takımı ata binip avcılığa düşkündür. Avcı kuşlar ve öğretilmiş köpeklerle her vakit ava giderler. Ve esvap (Giysi) olarak Serapa, Çuha, Ferace ve Kontoş giyerler. Kadınların çoğu başlarına altın ve gümüş tas takke giyip üzerlerine Çuha ve beyaz Car bürünürler. Ve peylerine kadife çakışır üzere sarı çizme giyerler. Ve gayet müeddebane (Edepli, terbiyeli) gezerler. Yiyecek ve içeceği gayet ucuzdur. Hatta bir vakıyye has ve beyaz ekmek bir kuş gözü akçeye ve bir vakıyye koyun eti iki akçeye ve sığır eti bir akçedir. Amma bir ciğer üç akçeyedir. Beyaz ekmeği çok güzel olup benzeri Gergük şehrinde ola. Bir at yemi bir akçeye gayri eşyaları dahi bu gûne ganimettir. İklimi örfiye dendir.

EVLİYA ÇELEBİ’NİN KÜTAHYA’SI BÖLÜM  6

ÇEŞMELERİ

 

        Ve 40 sebili atşân-ı var. Ve 8 abı hayat kaynak suları ceryan eder uyanları var. Bunlardan başka 30 yerde Çeşmesarları var. Hepsinden güzeli Zereğen Mahallesinde Cafer Paşa Çeşmesi olup tarihi şudur.

                 Çeşmi âlem gibi bir çeşme-i ruşendir bu

                 Revan oldukda iş bu çeşme-i hub

                 Bu bir ruhi revan içün olubdur

                 Ulu dergahda makbul mergub

                 Tamam, oldukta zılli dedi tarih

                 Ola makbul dayim nabıma hub

                                    Sene H.973 (M.1565)

                 Çeşmi âlem gibi bir çeşme-i ruşendir bu

                 Bu ki bir çeşme muadil ola sümme hâşâ             

                 Oldu tamirine tarih bunun bi noksan

                 Ki adet haddi kıla çeşme-i Cafer Paşa

                                                        Sene H.987 (M.1579)

     Ve bu çeşmeye karip bir uyunu carinin takı üzere tarihtir.                

                 Dokuz yüz seksen idi sali tarih

                 Revan oldukta iş bu çeşme-i hub

                 Bu bir ruhu revan içün olupdur

                 Ulu dergahda makbul mergub

                 Tamam oldukta Zılli dedi tari

                 Ola makbul deyim nabı ma hub

                                             Sene H.973 (M.1565)

 

     Bu tarih merhum ve mağfuru leh Pederimizin güftesidir. Ve Yeni Mahalle Çeşmesinin tarihi

                  Hatifi kutsi aidi tarihini

                  Kad bena aynen tesemma selsebil

                                   Sene H.991 (M.1583)

     Bunlardan başka bolca tarihsiz Çeşmeler vardır.

 

BEDESTENLERİ, DÜKKÂNLARI

     Bu şehir içinde iki kâgir bina Bedesteni var. Büyük bedesten Gedik Ahmet Paşa Hayratıdır. Ve Tüm çarşı pazarı sekiz yüz altmış dükkândır. 

     Beyit

                    Çari suyi hüsnü seyr iden seraser….

                    Bir vefa dükkânı yoktur hep cefa Pazar ider

      Amma cümleden esvakı (Çarşı, Pazarı)  müzeyyeni (Güzeli) Haffaflar (Ayakkabıcılar) çarşısı tertip üzere bina olunmuş bir mamur çarşıdır.

 

KİLİSELERİ

 

      Ve üç Ermeni iki Rum Kilisesi vardır.

 

ÇARŞI İÇİ YOLLARI

 

      Ve Cami çevreleri kaldırımsızdır. Çarşısı yokuş yukarı vaki olmasıyla darıcık yollardır. Ve cümle evleri dahi birbiri üzere sehl (kolay) yokuş yukarıdır.

EVLİYA ÇELEBİ’NİN KÜTAHYA’SI BÖLÜM  5

HANLARI

       Ve cümle 17 hanı var. Her biri kale misali hanlardır.     

       Hepsinden önemlisi Kapan hanı, demir kapılı kale misalidir. Avlusunda büyük bir havuz, üstü örtülü bir zaviyesi (Mescidi) vardır. Havuzun fıskiyesi insan gerdanı kalınlığı pertab (akıntı hızı) eder. Bu mescidi âli 12 sütun üzere mebni içi güzel ferah açıcı seçkin bir mescitdir. Cami misafireyn ve mücavireyn burada dinlenerek istirahat edip ibadet ederler. Bu hanın dört tarafı tahtadan yapılmış 200 Ocaklı (odalı) katları olan büyük bir handır. Ve batı yönünde bir kapısı eşik üzerine lacivert ile beyaz mermer üzere celi hat ile tahrir olunan tarih budur:

                  Binayi d

                  İlahi eyle gel mamur her sal

                  Nola geldi hakkında iş bu tarih

                  Ki dayim sa ikbal

                                                 Sene H. 912 (M. 1516)

         

       Çengirbaşı hanı,

       Bolvadinli hanı,

       Bostan Efendi ve … hanı,

       Osman Paşa hanı,

       Rüstem Paşa hanı,

       Serdar hanı,

       Acem hanı. Bunların cümle çalışan hanlardır.

 

       

HAMAMLARI

 

        Ve cümle dokuz çalışır ve birkaç muattalı (boş kullanılmayan) hamamı vardır. Amma hepsinden hoş hava ve binayı rana Rüstem Paşa bu hamamıvilayet valisi iken bina ettirmiş, benzeri Anadolu’da Tire ve Manisa da var. Bu hamam’a Balıklı Hamamı derler. Havuzunda malamal âdem gümüşü balıkları ve âşık sahipleri kâküllerin tarumar kılıp çin ender çin ve ham ender ham edüp riştesiyle uşşakın gönlün kaydedüp kendisi bikayd olur

              Mısra:

                 Âlem kırılsa gamzesinin eksiği geğil

        Manzumunca cümle ahu gözlü, nurlu yüzlü, güneş parçası nice mahbup dilberanlar bu havuzda yüzüp gönüller avlarlar. Böyle bir aydınlık hamamdır.

        Kapısı üzerindeki tarih budur:

                   Dedi tarihini bir hazır cevap

                   Pak eder yüz akıdır napaki ab

                                            Sene 936

       Ve Germiyan Hamamı,

       Kadı asker hamamı,

       Şengül hamamı,

       Kemer hamamı,

       Hüseyin Paşa hamamı, 

       Aktemür (Mustafa Yeşil bu hamamı iğdemir hamamı olarak belirtmiştir) hamamı ve üç hamam dahi muattaldır. (Terkedilmiş, Boş) Kış günleri işler hamamlardır.

       Ve yirmi üçer Saray hamamları dahi vardır. Bazı Mahalle ahalisi bunlara girerler.

 

EVLİYA ÇELEBİ’NİN KÜTAHYA’SI BÖLÜM  4

MEDRESELERİ

        Ve yedi medrese vardır, en eskisi Ulu Camii’nin sol yanına bitişik Germiyan Oğlu Madresesi namıyla meşhur olup dersi ders veren vazifeli hocanın bir altın yövmiyesi vardır. Yıldırım Beyazıt Han Zade Şehzade Musa Çelebi Pederi Yıldırım Hanın Timur ile hadisesinden sonra mezkûr Musa Çelebi, o asırda Halife olup bu medreseyi tamir edip ve pederinin Ulu Camiini tamam ettiği için tahrir olunan Ulu camiye bazıları Musa Çelebi Camii derler. Amma ibtida Banisi (ilk yapılışı) Yıldırım handır.

        Diğer Medreseler: Ve Rüstem Paşa Medresesi. Ve Molla ve Ahmet Paşa Medresesi ve İshak Fakih medresesi ve Karagöz Paşa medresesi ve Şeyh Paşa medresesi ve Haliliye medresesi Evkafları mamur ve talebeleri mesrur kimselerdir. Ve gayet derin fazilette Musannıf(kitap Yazan) ve Müellif (yazar) ve tekmili Fen etmiş merdi Huda suhteleri, vardır. Ve bu şehirde altı Tekke vardır. Evvela biri Kapan Hanı yakınında asıtane-i Hazreti Mevlana yani Mevlevihane(şimdiki Dönenler Camii) Tekkesi müteaddit Fukara hücreleri ile ve semahanesi ve mutriphanesi ile mamur Tekkedir. Ve Nalınlı Şeyh Tekkesi ve Abdülkadir Ceylani Tekkesi ve Şeyh Yasin Tekkesi ve Hızırlık Tekkesi ve Âl’i âba Tekkesi Bektaşiyan Tekkesi meşhur Tekkeler bunlardır.

MEKTEPLERİ

       Ve 70 Mektebi Sübyan’ı (Çocuk Mektebi) ebcedhanı vardır. Ve iki imareti vardır. Fukara ve ağniyaya nimeti merrateyn dayimdir.

 

       

EVLİYA ÇELEBİ’NİN KÜTAHYA’SI BÖLÜM  3

CAMİ VE MESCİTLERİ

           Ve hala 32 mihraptır (Camii). 11’inde Cuma namazı kılınır. Gerisi mescittir. Evvela hepsinden önemlisi bol cemaatiyle Ulu CamiiYıldırım Han İbni GaziHüdâvendigâr binasıdır. Amma tamamı Şehzade Musa Çelebi ibni Yıldırım Hanındır.(Çelebi Sultan Mehmet’indir) ondan sonra Süleyman Han Mimar Sinan’ Müceddiden (Yenileme) tamir ettirdi. Uzunluğu 180 adım, yerden (eni) 90 adımdır. Ve iki yan bir kıble kapısı var. Beşer basamaklı merdiven ile çıkılır. İçinde 57 Çam direkleri üzere tavanı kubbelidir. Ve iki tarafında yan katlı yer vardır. Cemaati çok olunca orada ibadet ederler. Ta mihraba varıncaya kadar iki tarafı böyle tabakadır. Bu tabakaların cümle altında ve üstünde 64 demirli pencereler vardır.  Mihrabı ve Minberi o kadar musanna (Süslü) değildir. Tarzı kadimdir.  Velhasıl bu şehir de bundan büyük camisi yoktur. Cemaatin çok olduğu vakit yirmi bin âdem (insan) alır. Kâgir binadır üstü cümle kurşun örtülüdür. Amma haremi (avlusu) yoktur. Amma kıble kapısı çıkışında iki tarafında sofaları (Bölüntüleri) vardır. Ve sol tarafında bir minaresi var. Ve Balıklı Hamamına bitişik Sultan Keyhüsrev Şah Camii Tarzı kadim küçük bir Camii vardır. Kıble kapısı üzeri şöyle yazı vardır.

          “Benii fi heza El-mescidi El-mubareke El-muazzam Es-sultanı El-Azim zıllallahi fi El-âlem gıyas et-dünya validdin ebulfeth Key Hüsrev bin Keykubat tarih Şehri Şevval seneti Erbe-a ve selasin ve site mie”

    Ve sol tarafında tuğla minaresinin kapısı üstünde tahrir olunan tarih.

          Zerü ziver değildir deyuben din desdi gayb arif

          Yazar tarihini bihal Hak taala şanuhu ekber

                                                                           Sene 1052

     Buda haremsiz (avlusuz) bir Camii dir. Bir hayır sahibi Zaviyesi imiş daha sonra mahallenin camiye muhtaç olmasıyla cami yapılmış. Minaresinin kapısı üstündeki tarih ona işarettir.  Ve Camii Karagöz Paşa derler kapısı üzerinde yazılan tarih budur.

 

                                        Çün tamam etti Rabia hatun

                                        Hak ata ide ruhuna Rıdvan

                                        Olmağıyçün Minareye tarih

                                        Didim ana makamı meddi ezan

                                                                              Sene 1061

      Zereğen Mahallesinde Ceddi azamımız said ve şehid Kara Mustafa Bey Camii Yıldırım Hanın veziri İshak Paşa kendisini şehit etmiştir. Nice kere Aydın ve Saruhan (Manisa) Mutasarrıfı olup daha sonra Anadolu Valisi iken bu camiyi inşa ettirmiştir. Hala tevliyeti (Bir Vakfın idaresine memur kimse ki, ekseri vakfedenin neslinden olur)  hakirin (Kendisinin) üzerindedir.  Bir hayli yerlerini tamir ettirdik. Gayet sağlam camii ruşendir. Ve avlusunda abdes hane havuzu ve bir sanatlı minaresi var. Kütahya da başka bir emsali yoktur. Halk arasında Hisar Bey Camii derler Takkeciler cami cemaati çoktur. Ve müzeyyen mahfili (camilerde kubbe altı yer) iki ağaç müşebbek (bir birine geçmiş)  sütunları var. Diller ile anlatılamaz. Ve gayet sağlam, dayanıklı tahta örtülüdür. Ve Germiyan Oğlu Camii Tabaklar içinde olmakla Tabakhane Camii derler.  Kâgir bina olmakla üzeri kiremit örtülüdür. Ve merdiven ile çıkılır. Fevkani ve avlusuz bir camii şeriftir. Amma cemaati çoktur.  Ve Yeni Mahallede Hüseyin Paşa Camii gayet mesiregah hoş avlusunda azim çınarları var. Caminin üzeri kurşun örtülüdür. Camii güzeldir.

      Yukarı kale Camii: Ve yukarı kalede Sultan Germiyan Han Süleyman Han Camii var.  Kıble kapısı tarihi budur

       Amere heza el-mescidi mübarek Sultan el-germiyaniyeti Süleyman bin Mehmet bin Yakup eydallahü melekehü Fi Şühuri senehü Seba ve sebın ve seba mie.

       Meydan Camii: Ve Meydan Mahallesinde Bey Camii, Kagir kubbe kurşun ile örtülü bir camidir.

       Emir Şeyh Tekkesi Camii: Ve Emir Şeyh tekkesi Camii kurşunsuz Camii dir. Meşhur camiler bunlardır.

     

MESCİTLER

       Hıdırlık Mescidi: ve Mescitlerin güzidesi Hıdırlık Mescidi Cihannüma küçük bir Zaviyedir. Teferrücgah (Mesire Yeri) yeri olmasıyla cemaatten boş değildir.  Kapısı üzerindeki tarih:

       Fi eyyamı Devleti Sultan el-azam zıllallahü fi el-alem Ğıyas ed-dünya veddin ebul feth Key Husrev bin Keykubad euzallahü ensar ve bi imareti heza el-mescidil mübareke el-abdül zaif elmuhtaç imadeddin Hezar Dinar tarihi sene ihda ve erbaın ve site mie                                                                                                                                                                                                                                                                                                              

Diğer Mescit ve Zaviyeleri

       Ve Bölükçüler Mahallesi Mescidi (Mustafa Hakkı YEŞİL bu Mahalleyi Börekçiler olarak belirtmiştir.)

       Gönen Mahallesi Mescidi,

       Sultanbağı Mahallesinde iki namalum (bilinmeyen) Zaviyeler var.

       Ahi Mustafa Mescitleri iki dir,

       Paşa Mahallesi Mescidi.

Otuz yedi Mahallede birer mescitlerden başka suki (çarşı, Pazar) sultaniler içinde nice Zaviyeler vardır. Ve cümle Medreseler ve Hanlarda ve Tekkelerde dahi birer Zaviye (küçük ibadet etme yeri) mukarrerdir(vardır) ve cümle on üç kâgir bina kurşun örtülü ninare-i zibalardan (Güzel, süslü) başka alçacık taş ve ağaç minarelerdir.

EVLİYA ÇELEBİ’NİN KÜTAHYA’SI BÖLÜM  2

Kütahya Mahalleleri

      Evvela Saray Mahallesi,  

      Gökçimen Mahallesi,

Böğrükcük Mahallesi, 

Şahreküstü Mahallesi,

Orta, Mahalle,

Lala Mahallesi,

Ahi Erbasan Mahallesi,

Ahi Mustafa Mahallesi, 

Dükkâncık Mahallesi,

Börekçiler Mahallesi, 

Sultan Bağı Mahallesi, 

Bezirciler Mahallesi,

Efendi Bola Mahallesi,

Kadı Şeyh Mahallesi,

Cemalettin Mahallesi,

Çukur Mahallesi, 

Analcı Mahallesi,

Balıklı Mahallesi,

Buladin Mahallesi,

Servi Mahallesi,

Meydan Mahallesi,

Hacı İbrahim Mahallesi,

İshak Fakih Mahallesi,

Maruf Mahallesi,

Dibek Mahallesi,

Hüseyin Paşa Mahallesi,

Yeni Mahalle Mahallesi,

Çerçi Süleyman Mahallesi,

Ahi Evren Mahallesi,

Mumcular Mahallesi, 

Ahi İzzettin Mahallesi,

Pirler Mahallesi, 

Cinci Kefereler Mahallesi.

 

ve bu sayılı olunan 34 adet Mahalleler (Mahalle adedi 34 olarak veriliyor fakat 33 adet çıkmaktadır) ile bu şehri muazzam mâlâmal (dolu) bağ ve bahçeli gül gülistanlı âbu hayat ve suları bol haneler dir. Ve Sarayı âlilerdir. Ve üç Ermeni Mahallesi, üç Rum Keferesi Mahallesi vardır. Kadim eyyamdan beri Yahudi taifesi yoktur. Ticaret edüp giderler. Yerleşirse ölürler. Acaip hikmettir. Ve bu kadar mahalleler cümle yedi bin toprak ile örtülü evlerdir. Amma hala temaşa ettiğimiz bu mahalde 77 kiremit örtülü saray âliler inşa olunmuş Mukaddema bir kiremitli hane idi. Hıdırlık dağından şehir özge temaşa olunur. Serabı azamdır. Cümleden mükellef sarayı Ali Paşa Sarayıdır. Selef padişahlarından Germiyan Oğulları binasıdır. 360 Tahtani ve fevkani (Altı üstü tahtalı) odaları ve divanhaneleri ve azim kaaları hamamlı, bahçeli tezyin olmuş bir sarayı kadimdir. Ve Halep sarayının meydanı kadar bir havlusu var. Amma cümlesi toprak örtülüdür. Kiremit değildir. Bu sarayın kanun üzere 40 Saraydarı (Saray hizmetçisi) vardır ki muhafaza edip kapılarda bekçilik edip tahrir ederler (girip çıkanı yazarlar). Vergi ahalisi şehir içinde sarayda diye hayli itibarları vardır. İkinci olarak Osman Paşa sarayı vardır. Kim Sultanbağı kenarında bir yüksek yerinde güney tarafında vaki olmuş büyük bir saraydır. Bu hakir bu sarayda 10 gün kalıp can sohbetleri ettik. Bey efendi Kandiye kazasından gelüp bu sarayın bahçesi içine bir kasrı lâhur bina yapıp hakir şikeste bu güne tarih ettik.

 

             Bârek Allah bu makamı serbülend

             Ermesin asla esasına (güzend)

             Kehkeşan âsâ semaya ser çeküp

             Zirve-i âlâya salmıştır kemend

             Evliya gördükte tarihin dedi

             Oldu itmam ey beğim kasrı bülend

                                       Sene 1080 (1671)

 

Bu Saray sarapa kiremit ile örtülüdür. Ve bir Saray dahi Üftadlı Oğlu sarayı ve Saçlı Zade Hasan Ağa Sarayı bunların emsali kiremitli ve başka büyük Saraylar boldur. Ve Kütahya şehri küçük bir şehir görünümündedir. Amma ta Sultan Bağından Osman Paşa Sarayı önünden, Mevlevihane, Kapan köprüsünden, ta Meydan Mahallesi önünden, ta çayır başına varınca kuzey yönüne dere gider. Şehrin buraları dört bin adım uzunluğundadır. Derenin iki tarafı kat kat bahçeler ve konaklarla süslüdür. Derede her eve ark ile su gelir ve bostanları sular. Dere şehrin doğusunda Gökçimen Mahallesinden, Paşa Sarayı önünden İshak Fakih Çarşısı içinden geçip batı tarafından nihayeti Yeni Mahalleye varıncaya kadar kat kat sulu bağ ve bahçeli evler içre beş bin adım arzı bir büyük şehirdir. Evvelce çok mamur imiş. Lakin 1021 de Celali Kara yazıcı ve Arap Sait zulmünden harap olmuştur. Hala bu tahrir ettiğimiz mertebeden bin kat mamur bir şehirdir.

 

EVLİYA ÇELEBİ’NİN KÜTAHYA’SI BÖLÜM 1

Tahtı Anadolu Kale-i Kütahya

      Sene 715 (1315) tarihinde Rum keferesi elinden Germiyan Padişahlarından Şah Yakup Lala Hezardinar eliyle fetih etmiştir. Lala Hezardinar, Hıdırlık dağında, bin dinar ile gömülüdür. Hakikaten içinde yattığı kubbeye bin altın gitmiştir. Ve ölümünden sonra haziresinde bin altın bulunmuştur. Ve yine bir âdeme ihsan inam etse bin altın verirmiş. Tafsile muhtaç hikâyesi var. Ulu Sultanı Rum’dur. Ve Anadolu’yu Osmancık fetih edip bu şehre dahi malik olmuştur. Hala Anadolu Eyaletinin Merkezidir Vezirliktir. Vezirinin hassı on kere yüz bin akçedir. Mısır, Bağdat ve Budin vezirlerinden sonra cümle vezirlerin üstüne geçer. Osmanoğulları ne zaman Anadolu’da sefere çıksalar Kütahya veziri askeri ile Çarkacı (Öncü asker) olur. Ve eyaleti cümle on dört sancaktır. Evvela tahtı olan Kütahya Sancağı, Saruhan (Manisa) Sancağı, Aydın Sancağı, Kastamonu Sancağı, Bursa Sancağı, Bolu Sancağı, Menteşe (Muğla), Sultanönü (Eskişehir)Ankara, Karahisar Sahib (Afyon), Teke (Antalya) Sancağı, Kangırı (Çankırı), Hamit (Isparta) Sancağı, Karasi (Balıkesir). Cümle Sancakları bunlardır.

 

 

 Bunlardan sonra dört Müsellem beyleri vardır. Bunlar dahi kırkar ve ellişer mamur köylere maliktir. Yine bu beylerden başka Anadolu Eyaletinde Dergâhı Ali Yeniçeri ocağından on bir yaya beyleri vardır.  Her biri birer Şehre hâkimdir. Cümleden serçeşme başı yaya Beyi Mudurnu Şehri sahibidir. Hükümlerinde 220 parça Köy vardır. Bu eyalette Defter Kethüdası, Tımar Defterdarı, defter emini, Çavuşlar Kethüdası vardır. Bunlar dahi kanun üzere cümle yüz yetmiş para imar olmuş köylere maliktir. Sultan hasları üç yüz para köydür. Bu eyalet de zeamet iki yüz doksan dört ve kılıç tımar 4584 neferdir. (Asker) Sefer sırasında cebelileriyle birlikte on üç bin pür silah asker olur. Paşa askeri üç bin ve diğer yaya beyleri ve zeamet sahipleri askerleriyle yirmi bin olup, bütün eyalet askeri 50 bin atlı, 40 asker olur. Ve eyaleti azim vilayetten şimal (Kuzey) tarafı Trabzon ile ve Sivas eyaleti ile müşa dır. (ikisi vardır.) Şarkı canibi (Yanı) Sivas’tır. Ve Eyaleti Karamandır. Doğu su Bahri Rum dur.  Ve Şehri Kütahya beş yüz akçe şerif mevleviyettir. Amma Şerif değildir. Müddeteyni on kese hâsıl olur. Dokuz nahiyesi vardır. Sancağı yirmi dört kazadır. Şeyhül islâmı, Nakıbül eşrafı, Sipahi kethüda-yeri, yeniçeri Serdarı, dizdarı, su başısı vardır. Kalesi bir tepe üzerinde beşgen şeklindedir. Kaleye girdiğimiz vakit adını hakire sordular, düşünmeden söylemişimdir:

 

                                  Evliya ya ismi resmin sordular tarih içün

                                 İsmine dedi bu şeydir Kal’a-i gevhernigin

                                                                                          (sene 1082)

 

     Hakka ki bir sırt üstünde yüzük taşı gibi durur. Aşağı kale ile cümle üç bin adımdır. Ve dört yanı yalçın kaya üzerine bina olunmuş hendeği yoktur. Zira kahkahavar gayya kayaları misali uçurum kayalardır. Âdem zirvesine uruç (çıkma) edemez. Amma mezkûr aşağı yeni Kale eski kalenin şimali (Kuzey) tarafı altında alçak yerdir. Sene H. 842 (M.1438)  tarihinde Ebulfetih Sultan Mehmet zamanına tesadüf edip bina etmiştir. Şehrin alçak yerinde vaki olmakla Yüz arşın miktarı kesme kaya, altında bir değirmen yürütür bir abı hayat kaynayup çıkar.

 

 

 Muhasara zamanında düşman o suyu zapt edüp kale halkı susuzluktan muzdarip hal olmasınlar içün bu suyu kale içine almak içün bu kale bina olmuştur. Hala yine yukarı kaleden bu suya inilir yollar vardır. Ve bu yeni kalenin kuleleri ile cümle yetmiş kuledir. Ve her kule arası ikişer kulaçtır. Bir birine gayet yakın kulelerdir. Ve gayet sağlam binayı kadimdir. Ve cümlesi üç kapıdır. Biri Şarka (Doğu) bakar aşağı çarşıya inilir üç kat demir kapıdır. Bu kapının dışının iki tarafında beyaz mermerlerden yapılmış Aslan suretleri vardır. Bu kapı önünde didebanlar (Muhafızlar) sofrasında cümle aşağı Şehri azim Nüm ayandır(görünür). Bir kapısı da yönü Güneye Sultan Bağı tarafına açılır.  Ve bir kapısı da aşağıya yeni kaleye inilir. Buda doğu tarafındadır. Ve iç kale bu kalenin Cenup (Güney) tarafı nihayetinde çarkûşe kaleciktir. Daire olarak bin adımdır. Ve Doğu yönüne bakar bir küçük kapısı vardır. Zamanı kadimde bu kapının tahta kanatları yüzüne Camız (Dombay, Malak) derisi kaplamışlar.  Demir kapı değildir. Ve bu kapının iç yüzünde iki su sarnıçları vardır. Ve bir mescit ve dizdar (Muhafız) ve İmam ve müezzin ve kethüda hanesi ve iki buğday ambarı ile cümlesi sekiz hane vardır. Bundan gayrı asarı binaları yoktur. Ve gayetülgayet hali iç kaledir. Amma dış kalede Germiyanoğlu Camii ve yetmiş adet toprak örtülü neferat evleri vardır. Ve bir mescit ve bir abı hayat Çeşmesi vardır. Hikmeti Huda kim bu böyle çebeli(Dağ ) âli üzere aynülhayat çeşmesi vardır. Ve aşağı yeni hisarda yirmi kadar toprak örtülü evler vardır. Ve bir tahta minareli mescidi var. Ve bu kale içinde cereyan eden abu hayat kale içindeki ve aşağı şehir içindeki değirmenlere gider. Ve evvelden beri aşağı şehirli kasabalardan koyun ciğeri alamazlar. Cümle kaleli alır. Ellerinde selef (geçmiş) padişahlardan hatları (yazı) var. Aşağı şehirliye kaleliler arasında ciğer için büyük kavga olur. Hala darbımesel (Ata Sözü, deyim) olmuştur. Kim gavga ciğer içündür derler. Amma gayet ganimet şehri rahmettir. Ve bu kale evlerinin cümle sima (yüzü) canibinde Kuti sahrasına bakan havadar ve Cihannüma güzel evlerdir. Ve aşağı şahri kebir (büyük şehir.) bu kayanın şarkı (Doğu) ve şimal (Kuzey) ve yıldız rüzgârları tarafından vaki olmuştur. Sultanbağı semtleri dere içinde ve yeni mahallenin garp (batı) yönüne altına ve Zereğen Mahallesi düz sahraya vaki olmuş bu güne mahalle-i abadandır. Ve bu kaleye cebeli (dağ) Hıdırlık havaledir. Amma asla ondan zarar isabet etmezdir. İç kalenin Topları Hıdırlıkta kuş kondurmaz araları top menzilinden ziyade mesafe-i baidedir.

 

MAKALELERİ LİSTELEYİN

Yapacağınız aramalarda büyük küçük harfler dikkate alınmaktadır.